Facebook’un geleceğe hükmetmesini sağlayacak 6 büyük planı

Dünya nüfusunun 7’de 1’ine ait bilgileri toplayan Facebook, sahip olduğu veri kapasitesi ve yatırım gücüyle hızla sosyal ağ tanımından sıyrılıyor ve birçok şirketi bünyesinde barındıran bir holdinge dönüşüyor. Teknoloji dünyasının rekorunu kıran WhatsApp anlaşmasının ardından en son hamlesini Oculus ile yapan Facebook, yapay zeka ve mesajlaşma derken, görsel gerçekliğe de el attı. Gelinen noktada, bir nefes alıp teknoloji devinin gelecek için çizdiği planlara göz atmak, sosyal medyanın da nereye gittiğini anlamamıza yardımcı olabilir.

Facebook CEO’su Mark Zuckerberg, 2012’de Instagram için 1 milyar dolar ödeyeceklerini açıkladıktan sonra, “Bir daha böyle bir satın alım yapmayı düşünmüyoruz” ifadesini kullanmıştı. Aradan tam olarak iki yıl geçmedi ki, Facebook’un satın alımları toplamda 20 milyar doları geride bırakmış durumda. Zuckerberg’in sözünden çark etmesine neden olan ana etken açıkça ortada: Bilgi. Bu bilgi o kadar büyük miktarda ki, dünyanın en geniş veri havuzundan birine dönüşen Facebook’un geleceği adına geri çevirmesi mümkün olmayan yatırım fırsatları sunuyor. Facebook’un aklından geçenleri sıralamadan önce, Büyük Veri devriminin açtığı kapıdan içeri göz atmak gerekiyor.

Birçoğumuzun haberi yok ama Facebook 12 Kasım 2013 tarihinde 178’inci ‘müşteri profili çıkarma’ uygulaması için patent aldı. 1 milyar 189 milyon kullanıcıdan elde edilen bilgileri filtreden geçiren uygulamalardan 178’incisi, ‘sosyal medya ağındaki üyelerin hane gelirini çıkarmak için’ kullanılacak. Facebook programcıları Justin Voshkuhl ve Ramesh Vyaghrapuri, 2004’ten bu yana toplanan bilgileri analiz edecek teknolojiye artık ulaştıklarını ve insanların davranışını belirleyerek onu yönlendirecek seviyeye erişmek üzere olduklarını belirtti. Facebook, doğumunuzdan özel ilişkilerinize kadar her detayı dakikası dakikasına bilmekle kalmayacak, paylaşacağınız tek bir fotoğraftan ruh halinizi okuyarak size tepki verecek.

Son derece kapsamlı bir çalışma içinde olan Facebook, veri toplama ve analizi dışında iş performansını da artırmaya büyük önem veriyor. Bu üç başlık altında, Facebook yönetim kurulunun aklından geçenleri özetleyebiliriz:

1- Giderek büyüyen veri havuzu

Yüzde 72’si aktif olmak üzere her gün 30 milyar civarında mesaj atan 450 milyondan fazla WhatsApp kullanıcısı için 19 milyar dolar ödeyen Facebook, kendisiyle yarışan bir veri havuzunun sahibi oldu. Yeni uygulama ve içerik geliştiremeyen Facebook, Instagram gibi bağımsız kalacak WhatsApp ile mobil gelirini güvence altına alma çabasına devam eden bir holdinge dönüşürken, birçok analiste göre hala net bir iş modeli oluşturamamanın sıkıntısını çekiyor. Ancak teknoloji devi yemeye doymadığı kullanıcı bilgileriyle yaptığı anlaşmadan memnun.

2- Yapay zeka laboratuvarları

İkisi ABD, biri Londra’da olmak üzere üç yapay zeka laboratuvarı kuran ve başına New York Üniversitesi’nden Profesör Yann LeCun’u geçiren Facebook, bir gün makinelerin zihnini oluşturacak derin öğrenme algoritmaları sayesinde ruhunuzu okuyacak. Yüklediğiniz fotoğraflar anında kimlik analizine tabi tutulacak, mimikleriniz ruh halinizi, arka plandaki detaylar ise nelerle meşgul olduğunuzu gösterecek. Fotoğrafı yüklediğiniz andan itibaren ne yemek ne dinlemekten, nasıl bir ilişki yaşamak istediğinize kadar tüm öneriler uygulama ve reklam olarak önünüze dökülecek.

3-Görsel gerçeklik

Facebook’un 2 milyar dolar ödeyerek satın aldığı Oculus, video oyunlarını 3D tecrübeye çeviren Oculus Rift adındaki başlık setiyle biliniyor. Ancak Facebook’un görsel gerçeklik deneyimi oyundan çok, gerçek hayattaki sosyal etkileşimleri ve iş performansını artırmayı hedefliyor. Zuckerberg, blog sayfasından yaptığı açıklamada, ‘yazışarak veya görüntülü sohbet etmenin ötesine geçerek, insanlarla sınırsız bir alan ve tecrübe paylaşımına kapı açmak istediğini’ belirtiyor. Kısaca, sosyal medya tarayıcınızdan çıkarak etrafınızı saran bir 3D platforma dönüşebilir, iş görüşmelerinizi, doktorla randevunuzu ve üniversitedeki dersinizi 3D bir video oyununa çevirebilirsiniz. Facebook, sosyal etkileşimleri video oyun konseptinde dönüştürmeyi amaçlarken, iş performansını da Oculus’un sunacağı teknolojilerle artıracak. Öte yandan, Minecraft’in yaratıcısı Markus Persson’un Oculus ile ortaklığı iptal etmesi, Facebook’un bir süre oyundan uzak kalacağı anlamına geliyor.

4- Facebook kasabası

Google’ın Bay View, Apple’ın uzay kampüsü ve Amazon’un üçlü cam kubbeleri gibi, Facebook’un da yeni kampüs planları var. 58 bin metrekarelik Anton Menlo adı verilen 394 haneli kasaba, iş performansını artırmak için Facebook’un ana planını oluşturuyor. Çalışanların ofisine yürüme mesafesinde bulunacak kasabanın, ofislere açılan yeraltı tüneli bile içereceği söyleniyor.

Anton-menlo

5-Sosya Ağ Araması

Foursquare ve Yelp gibi uygulamaların özelliklerini barındıran Sosyal Ağ Araması (Graph Search), Zuckerberg’in gelecek vaat eden projelerinden. Geliştirilme süreci bir yıldan fazladır devam eden uygulama, bilgi analiz sisteminin çarkları dönmeye başladığı zaman Facebook dünyasında arayacağınız her soruya cevap bulacak. Örneğin, ‘Sevgilimin eski sevgilileri kim?’

6- Herkese bedava internet

Zuckerberg’in Ağustos 2013’te açıkladığı internet.org projesi, Facebook’un erişemediği 5 milyar insana daha internet ulaştırmayı planlıyor. Zuckerberg, ekonomik adaletsizliğin kabul edilemeyeceğini ve her ne kadar kendileri için karlı olmasa da, herkese internete erişim hakkı sunmak istediklerini belirtmişti. Facebook, balonlarla internet taşımayı planlayan Google’a benzer projelere soyundu bile. Amaç, küresel ve yerel ortaklıkların yanı sıra, insansız hava araçlarıyla fakir ülkelere internet sağlamak. Nokia ile Ruanda’daki cep telefonu operatörleriyle çalışan Facebook, düşük bütçeli telefonlarla interneti yaygınlaştırmak isterken, uzun süreli erişimi insansız hava araçlarıyla sağlamak istiyor. Titan Aerospace firmasını 60 milyon dolara satın almaya hazırlanan Facebook, güneş enerjisiyle 5 yıl boyunca havada kalabilen uçaklar sayesinde fakir ülkelere internet taşımayı amaçlıyor.

İnsani amaçlar, sosyal etkileşim, artan yaşam standartları ve dahası, Facebook’un geleceğine giden yolda beliren itici güçler olarak beliriyor. Madalyonun öteki yüzü ise zamanla içinden çıkmamızın mümkün olmadığı sistemin ufak bir parçasını gösteriyor. Doğallıklarından vazgeçen insanlar, Facebook, Google, Amazon ve Microsoft gibi devlerin çizdiği geleceğe hazırlanıyor. Hem de kayıtsız şartsız olarak.

Apple’ın ‘giyilebilir bilgisayarı’ tamamlanmak üzere

iWatch sabırsızlığı her geçen gün artsa da, en az 5 yıldır üzerinde çalışılan bu proje bugüne kadar gördüğümüz akıllı saatlerden çok farklı olacak. Hareket sensörü M7, yeni nesil işletim sistemi iOS 8 ve ‘Healthbook’ adlı sağlık uygulamasıyla, iWatch Apple’ın en son teknolojilerini bir araya getiren ‘giyilebilir bilgisayar’ olarak karşımıza çıkacak.

Kickstarter fenomeni Pebble’ın başını çektiği akıllı saat dünyasına, geride kalan Mobil Dünya Kongresi 2014’te (MWC 2014) Sony SmartBand ve Samsung Galaxy Gear Fit gibi sağlık uygulamaları odaklı kol bantları da eklenmeye başladı. Rakipleri birbiri ardına sürekli güncellenen ürünler sunarken, Apple sessizliğini korumaya devam ediyor. Birçokları, bu sessizliğin 2014’te bozulmasını beklerken, Apple üzerinde fazlasıyla iyi çalışılmış bir projeyle karşımıza çıkmaya hazırlanıyor.

Yıllar öncesine uzanan proje

Birçoğumuzun haberi yok ancak ‘iWatch’ adı ilk olarak 2008 yılında Apple’ın söylenti yaymaya bayılan kurucusu Steve Wozniak tarafından ortaya atılmıştı. Woz, Ekim 2008’de Telegraph’a verdiği röportajda, ‘iPod’un ömrünün sonuna yaklaştığını ve Apple’ın geleceğinin iWatch’ta yatıyor olabileceğini’ söylemişti.

Steve Jobs’ın ölümünden sonra iyice Apple’ın akıl hocalığına soyunan Woz’un ne kadar dikkate alındığı, yeni iPad ve iPhone belirdiği zaman belli olacak. Ama 2012-2013 döneminde satışları yüzde 52.3 düşen iPod, Apple’a gerçekten yeni bir fenomene ihtiyacı olduğunu gösterdi.

iWatch söylentilerinin gerçeğe dönüşeceğini bir nevi müjdeleyen ise Tim Cook değil, Apple yönetim kurulu üyesi Bill Campbell oldu. Campbell, Nisan 2013’teki açıklamasında, akıllı gözlük ve saatlerin uygulama dünyası için büyük önem taşıdığına değinerek, ‘Apple’ın iWatch üzerinde çalışıyor olabileceğini’ ifade etti.

Apple, ilk olarak 2013 yazında iWatch için kullanılacak bataryanın patent başvurusu yaptı, ardından Türkiye, Rusya ve Japonya gibi ülkelerde marka tescili başvurusunda bulunarak söylentilere son noktayı koydu. Peki, bundan sonra bizi ne bekliyor?

Apple’ın tasarım gücü: Nike

iWatch’un en merak edilen teknolojilerine değinmeden önce tasarım sürecinden kısaca bahsetmekte yarar var. Bu sayede, Apple’ın akıllı saat ve kol bandı projesinde ne kadar titiz olduğu anlaşılabilir.

Apple, 2013 sonunda Nike’ın Ar-Ge laboratuvarı Kitchen’ın inovasyon lideri Ben Shaffer’ı ve Nike FuelBand kol bandını geliştiren isimlerden JayBlahnik’i transfer etti. Tim Cook dahil birçok Apple yöneticisinin FuelBand kullanmasının yanı sıra, Cook’un yönetim kurulunda yer aldığı Nike’a olan ilgisi çok yeni değil.

Nike’ın eski tasarımcılarından Scott Wilson, Apple’ın tasarım gurusu Johny Ive’ın 2000’lerin ortalarında kutular dolusu Nike spor saati sipariş ettiğini ve ekibiyle yeni bir çalışmaya giriştiğini söylemişti. Kısaca, Steve Wozniak’ın ‘iWatch’ adını anmasından belki de yıllar önce Apple çalışmaya başlamıştı bile.

Bloomberg’ün verdiği bilgiye göre, ‘iWatch’ projesi Johny Ive’ın önderliğini yaptığı, 100 mühendislik bir ekip tarafından geliştiriliyor. Ive’ın çalışmaları ise sanılacağı gibi sadece tasarım üzerinde değil.

Sadece nabız okumakla yetinmeyecek

Apple, iWatch ekibine Nike’ın eski çalışanlarının yanı sıra ‘uyku uzmanları’ ve biyometri alanında uzmanlaşmış bilim insanları da dahil etti.

Uyku-denetimi uzmanı Roy J.E.M Raymann’ın Şubat 2014’te Apple’a katılması, ardından medikal alıcı teknolojisi uzmanı Marcelo Malini Lamego’ya götürülen iş teklifi, iWatch’un 7/24 kolumuzda yer alacak bir cihaz olacağı düşüncelerini güçlendirdi.

San Francisco Chronicle, THX ve 10.2 surround sound teknolojilerini geliştiren Apple mühendisi Tomlinson Holman’a dayanarak, iWatch’un nasıl bir teknolojiye sahip olacağı konusunda ilginç bir iddiada bulundu: iWatch, kalp krizlerini önceden tespit edebilecekti.

Beklentileri tamamlayacak teknolojiler

Dünya’nın ilk 64-bit işlemcili telefonu iPhone 5S’in mobil dünyaya sunduğu yeni teknolojilerden bir diğeri olan M7 hakkında akıllarda kalan bilgi, ‘yeni sağlık ve fitness uygulamalarına kapı aralayan’ bir hareket sensörü olmasıydı.

Kan değerlerini ölçen ve kalp atışlarını takip eden teknolojilerin patentlerini alan Apple, M7 ile iPhone 5S’te sunmadığı sağlık uygulamalarını, bu uygulamalara özel bir platformla iWatch’ta bir araya getirmek istiyor.

Tim Cook, 2013 sonunda çalışanlarına yaptığı açıklamada 2014’ün yol planını çizerken, ‘alıcı piyasasının patlama yaşayacağına’ değindi. Buradan çıkan söylentiler, çok sayıda alıcı içeren yeni bir çip ile sadece üçüncü parti sağlık uygulamalarına odaklanan bir ürün çıkabileceği yönünde.

Kısaca, iWatch yeni nesil hareket sensörlü işlemcisi, sayısız üçüncü parti uygulamayı destekleyen iOS 8 işletim sistemi ve sağlık uygulamalarının toplandığı platformu temsil edecek ‘Healthbook’ yazılımıyla gelebilir. Standartların çok üzerine çıkacak böyle bir ürün için, tamamen esneyebilen plastik OLED ekrandan oluşan bir tasarım öne sürülüyor.
Akıllı saatten çok Apple’ın ilk giyilebilir bilgisayarı olması beklenen iWatch, verdiği sabırsızlığı hak eden bir ürün. Şurası kesin ki, teknoloji dünyasına kazandırdıkları iPhone 6’dan çok daha fazla olacak.

Not: Bu yazının orijinali Turkcell Blog’da yayımlanmıştır.

‘Demir Adam’ teknolojisi ile felç ortadan kalkacak

Antik çağlardan bu yana zırh kuşanan askerlerin yanı sıra sayısız bilim-kurgu eserinde fiziksel güçlerini artırmayı hayal eden insanlar, teknolojinin imkansızı gerçeğe dönüştüren dünyasında ‘süper insan’ çağına hızla yaklaşıyor. İlk olarak askeri amaçlar için geliştirilmeye başlayan ‘exoskeleton’, yani dış iskelet teknolojisi, askeri, tıp ve uzay-havacılık alanında inanması güç değişimlerin kapısını aralıyor.

ABD’li yazar Edward Sylvester Ellis, ‘Demir Adam’ın henüz ilk sayısı piyasaya çıkmadan 93 yıl önce yazdığı ‘The Steam Man of the Prairies’ adlı kitabıyla, insanlığın on yıllardır arzuladığı en büyük teknolojilerden bir tanesine ait ilk önemli eseri sunmuştu. Ellis, henüz 28 yaşında yazdığı kitabında, saatte 100 km hızla koşabilen ve önüne çıkan her canlıya korku saçan insan şeklinde dev bir buhar makinesini konu almıştı.

Ellis’in kurduğu hayalden yaklaşık 150 yıl sonra, bilim insanları buharla değil ama insan gücüyle çalışan mekanik kasları geliştirme konusunda büyük atılımlara imza attı. Yaşanan gelişmeler, yakın gelecekte felç hastalığının ortadan kalkmasından tutun, Mars’ta yürüyerek ilerleyen keşif robotlarına kadar birçok hayali gerçeğe dönüştürebilir.

SÜPER ASKER HAYALİ

Dış iskelet teknolojisinin kısa tarihine bakıldığında, amacın felçli hastalara yardım etmek yerine ‘süper askeri’ yaratmak için başlatıldığını görüyoruz.

Marvel Comics’in Demir Adam karakterini sunmasından iki yıl öncesine rastlayan 1959’da, Pentagon askerler için ‘giyilebilir robot’ projesini öne sürerek, giyilebilir teknolojilerin belki de öncüsü oldu. Amaç, askerlere üstün hız ve güç kazandıracak, aynı zamanda bakterilere ve kimyasal silahlara karşı koruma sağlayacak bir zırh geliştirmekti. ABD ilk projelerini 1960’lı yıllarda sundu ancak bilgisayarların komut işleme hızının aşırı yavaş olması gibi teknolojik eksiklikler, dış iskelet araştırmalarının önüne geçti.

Sabırsızlığı giderek artan Pentagon, özel Ar-Ge kurumu DARPA aracılığıyla 2000’lerin başlarında 75 milyon dolar bütçeli dış iskelet projesi başlattı. Bu sefer amaç, kurşun geçirmeyen, askerlere tüm ağır silahları taşımalarına izin veren ve onlarca metre sıçramalarını sağlayan bir zırhtı. Sarcos robotik firmasının, 2005 yılında sunduğu XOS, Pentagon’u tatmin eden ilk dış iskelet robotu olmayı başardı.

Raytheon, 2010 yılında devamını getirdiği projede sunulan XOS 2, beyinden aldığı komutlarla hareket ediyor giyen kişiye ağırlığının 3 katı yük taşımasını sağlıyordu. Lockheed Martin, rakibine cevap olarak HULC hidrolik dış iskeletini sundu. Gelecekte, dış iskeletlerin GPS vericileri de taşıması ve askerlerin vücut değerlerini gösteren, iletişim kullanmalarını sağlayan kumaşlarla desteklenmesi amaçlanıyor.

EN BÜYÜK MUCİZE TIP ALANINDA

Askeri prototiplerine kıyasla tek kişi tarafından giyilebilen ve çok daha hafif olan tıbbi dış iskeletler, sadece birkaç yıl içinde binlerce felçli insanın tekrar ayağa kalkmasını sağladı.

Japon firması Cyberdyne tarafından birkaç yıl önce sunulan ve yılda 500 tane üretilen HAL robot giysisi, felçli insanların rahatlıkla yürümesine, basamak çıkma ve inmesini sağlıyor. Beyinden aldığı sinyallerle çalışan dış iskeletin bir sonraki modeli olacak HAL-5, kullanıcının tek bir kasını bile hareket ettirmeden, sadece düşünerek yürümesine imkan verecek.

Belden aşağısı felç olan insanları tekrar ayağa kaldıran bir diğer icat, ABD’li mühendislerin geliştirdiği Indego Exoskeleton. Vücut hareketlerini okuyarak kişinin yürümesi ve oturup-kalkmasını sağlayan dış iskelet, yıllar süren testlerin ardından 2013’te kullanılmaya başlandı.

Pennsylvania Üniversitesi öğrencileri tarafından geliştirilen ‘Titan Arm’ ve Berkeley Bionics’in şarj edilebilir batarya kullanan eLegs icatları, omurilik veya nöromüsküler rahatsızlığı bulunan insanlara yardım edecek keşiflerden sadece birkaçı. Geçirdiği kaza nedeniyle bir bacağını kaybeden ve felç kalan Marcela Turnage’in, ReWalk Exoskeleton System firmasının geliştirdiği dış iskelet sayesinde tekrar yürümeye başlaması, sağlık alanında teknolojinin sunduğu mucizeye en son örnek.

UZAY KAŞİFLERİ BOŞ DURMUYOR

İnsanlara fayda sağlama amacıyla hızlı gelişen ve yaratıcılığın sınır tanımadığı dış iskelet alanında günlük kullanım için sunulacak ilginç icatlar da mevcut. Panasonic’in 5 bin dolara satışa sunacağı Power Loader ve ‘kız öğrencilerin kendilerini koruması için’ Japon Sagawa Electronics tarafından geliştirilen ‘Powered Jacket MK3’, bağımsız örnekler olarak öne çıkıyor.

Gelişmeleri yakından takip eden NASA da bir gün dış gezegenlere yollayacağı keşif robotlarını dış iskelet ile güçlendirmek istiyor. Kaşif robotların hareket ve deney yapma kabiliyetini ciddi ölçüde geliştirecek ilk robot, California’daki Jet İtiş Gücü Laboratuvarı’nda test edilen ‘Athlete.’ Athlete, zor arazilerde çok daha rahat hareket edebileceği gibi sondaj ve numune toplama görevlerinde de üstün bir performans sergileyecek.

Dış iskelet teknolojisi insanlara askeri amaçlardan çok sağlık alanında gerekiyor. Dünya Sağlık Örgütü’nün (WHO) verilerine göre her yıl 5 milyon kişi felç geçiriyor. Dünya genelinde 70 milyon insan tekerlekli sandalyelere bağımlı yaşarken, bel üstü sakatlıklar sadece ABD’de yılda 7000 bin çalışma saatine ve 50 milyar dolara mal oluyor.  Sağlığın yanı sıra, sanayi ve ekonomi dünyası da ‘Demir Adam teknolojisinden’ çok şey bekliyor.

Not: Bu makalenin orijinali Turkcell Blog’da yayımlanmıştır.

Facebook ‘yapay zeka sistemine’ dönüşüyor

Facebook, her gün en az 700 milyon insanın paylaşımda bulunduğu benzersiz veri havuzunu 21’inci yüzyılın seyrini değiştirecek teknolojiye adamaya karar verdi. Sosyal ağ, sunucularında saklı olan milyarlarca insan ilişkisini, insan beyni gibi düşünebilen yazılımları geliştirmek için kullanacak.

Bilim insanlarının 1950’li yıllardan bu yana elde etmeye çalıştığı bir teknoloji, son yıllarda yaşanan gelişmelerle kapımıza kadar geldi. Sadece 10 yıl içinde, çevresinde olup bitenleri algılayarak insanlardan farksız konuşabilen sistemler karşımıza çıkabilir. Sürücüsüz otomobillerden, fabrikalarda işçilerin yerini alacak otonom makinelere ve yok etmeye programlandığı hastalıklı hücrenin izini takip eden ilaca kadar uzanan sayısız teknoloji, adını sıkça duymaya başlayacağımız ‘derin öğrenme’ bilimiyle hızla gelişiyor.

Derin öğrenmeyi bir anda gündeme taşıyan gelişme ise Facebook’un kuracağını açıkladığı üç yapay zeka laboratuvarı oldu. Derin öğrenmenin açacağı fütürist dünyayı hayal ettiğimiz zaman, Facebook’un sadece daha doğru reklam sunmayı amaçlayan algoritmalarla yetineceğini söylemek çok zor.

Facebook derin öğrenmeyi öğrenecek

Bilim dünyası, teknoloji geliştikçe sırlarını en çok merak ettiği yeri, yeni Uzay’ın kendisi kadar uçsuz bucaksız olan insan beynini araştırmak için yeni araçlar geliştiriyor. İnsan beyninin nasıl çalıştığını anlama merakı, günümüzde IBM’in geçtiğimiz yıl 10 milyar sinir hücresi içeren dünyanın en büyük beyin simülasyonunu oluşturmasına; Kanadalı ve Alman bilim insanlarının bilinen örneklerinden 50 kat daha büyük ‘BigBrain’ haritasına çıkarmasına ve ABD hükümetinin benzer bir amaçla 100 milyon dolarlık ‘Brain Initiative’ projesini başlatmaya itti.

Birbirinden büyük bu projelerdeki amaç, Apple’ın ses tanımı yapan Siri ve spesifik adresleri karşınıza çıkaran Google Street View gibi yapay zeka teknolojisini çok daha öteye taşımak.

Facebook, izleri ve modelleri okuyarak hedefini bulan yazılımları geliştirmek için geç kalmadan harekete geçti bile.

Şirketin New York, Londra ve merkezinin bulunduğu Menlo Park, California’da kurulacağı açıklanan yapay zeka laboratuvarlarının başına, 30 yıldır bu alanda çalışmalar yapan New York Üniversitesi Profesörü Yann Lecun’u getirdi. LeCun, 1.19 milyar kullanıcısı olan sosyal ağın içinden çıkılmaz veri havuzundaki bilgileri analiz edecek ve onları ‘düzenleyecek’ derin öğrenme araçlarını geliştirmekten sorumlu olacak.

Derin öğrenme sayesinde, Facebook yüklediğiniz fotoğraflardaki yüzleri anında tanımlayabilecek, yüzde 99 doğrulukla size görmek istediğiniz reklamı sunabilecek.
Analistlere göre, politik görüşünüzden arkadaşlarınızla en çok hangi mekana gitmeyi sevdiğinizi bilen Facebook’un, derin öğrenme ile yapabileceklerinin sınırı yok.

Akıllı makineler kaçınılmaz

En hızlı ve en doğru sonuç veren sistemler olarak beliren yapay zeka ağları, Eylül 2013 itibariyle her gün 350 milyon fotoğrafın yüklendiği Facebook için en mükemmel teknoloji olarak kendini gösterdi.

Toronto Üniversitesi’nden bilgisayar bilimi uzmanı Geoffrey E. Hinton’un, moleküllere doğru yol gösteren yazılımla akıllı ilaçların kapısını aralaması; İsviçre Yapay Zeka Laboratuvarı’nın (SUPSI) ise 50 bin fotoğrafı yüzde 99.46 doğrulukla tanımlayan yazılım geliştirmesi, Facebook’u cesaretlendiren en son atılımlar oldu.

Hinton’un robot firmasına dönüşmeye başlayan Google ile anlaşmasının ardından, LeCun da Facebook’ta beynin sırlarını çözmeye çalışacak.

Yeni işine girdikten sonra Wired’a röportaj veren LeCun, kısa dönemde iki hedefleri bulunduğunu belirtti: “Birincisi, teknolojik açıdan gelişme sağlamak. İkincisi de bu teknolojileri Facebook’ta kullanılabilir hale getirmek.”

LeCun, uzun dönem amaçlarının ise derin öğrenmenin nihayetinde sunacağı ‘akıllı makineler’ olduğunu söyledi. Yani insan beyni gibi öğrenen, duyan, ses ve görüntü tanımı yapan, konuşabilen sistemler.

Fransız asıllı bilim insanı, önlerindeki en büyük mücadelenin, ‘makinelere insanların nelerle ilgilendiği ve ne yapacaklarını anlamalarını sağlayacak modeller geliştirmek olduğunu’ belirtti.

En büyük soru, bu aşamadan sonra bizi nasıl bir dünyanın beklediği…

Not: Bu yazının orijianli Turkcell Blog’da yayımlanmıştır.

‘Yamyam farelerle’ dolu hayalet gemi

İngiliz medyası, geçtiğimiz yıl denizde kaybolan ve şimdi içi fare kaynayan bir geminin İngiltere kıyılarına doğru hareket ettiğini öne sürdü. Atlantik’te kaybolan geminin nerede olduğuna dair bir bilgi bulunmuyor.

Gemi hurdalığına götürülmek üzere geçtiğimiz yıl Kuzey Atlantik’te yol alırken bir fırtınada rotasından çıkab Lyubv Orlova adlı gemi, halen bulunabilmiş değil.

Independent gazetesinin haberine göre, okyanusta sürüklenmeye devam eden 100 metre uzunluğundaki gemi, şu ana kadar tespit edilemedi.

“HURDA AVCILARINI UZAK TUTMAYA ÇALIŞIYORLAR”

1976 yılında Yugoslavya’da yapılan ve yıllarca zengin Rus yolcuları taşıyan Lyubv Orlova, Ocak 2013’te Kanada’nın Newfoundland limanından yola çıkarak sökülmek üzere Dominik Cumhuriyeti’ne doğru yola çıktı. Güçlü bir fırtınada kontrolden çıkan gemiyi kontrol altına almak için gönderilen bir Kanada gemisi, Orlova’yı tehlike oluşturacağı bölgeden uzaklaştırdı ancak yine kontrolden çıkan başıboş gemi Atlantik’e doğru sürüklenerek kayboldu.

Mart 2013’te iki sinyali tespit edilen Lyubv Orlova, konumu hakkında bilgi olmadığı için uydular tarafından da bulunamıyor.

Yamyam fareler

The Sun gazetesine yorumda bulunan Belçikalı bir hurda avcısı, ‘hayalet geminin muhtemelen binlerce yamyam fare ile dolduğunu ve karaya çıkarlarsa her yere zehir saçacaklarını’ söyledi.

BBC yazarı Richard Fisher ise hurda avcısının fare senaryosunu fazla abarttığını ve ‘amacının diğer hurda avcılarını gemiden uzak tutmak olabileceğini’ belirtti.

Uzmanlar, hayalet geminin hurda halindeki değerinin 1 milyon dolar olduğunu tahmin ediyor.

Fisher, her ne kadar fare senaryosunu çok korkutucu bulmasa da, geminin Avrupa kıyılarının açıklarında bulunan petrol kulelerine tehdit oluşturduğuna dikkat çekti. Son tahminlere göre İrlanda veya İskandinavya’ya sürüklendiği tahmin edilen geminin başına ne geleceği belirsiz.

Bazılarına göre, gemi çoktan battı ya da nihayetinde Atlantik’in sularına gömülecek.

Kendiliğinden kurulan robotlara ilk adım: M-blocks

Makineler arası iletişim olarak tanımlayabileceğimiz M2M teknolojileri, ancak bilimkurgu filmlerinde görmeyi umabileceğimiz robotları yakın gelecekte karşımıza çıkarabilir. ABD’li araştırmacıların geliştirdiği robotik küplerin meydana getireceği robotlar, taşımacılık alanında çığır açabileceği gibi kendiliğinden oluşan masa, merdiven, köprü hatta makinelere dönüşecek.

Makinelerin insan kontrolü olmadan bilgi transferi ve belli fonksiyonları gerçekleştirmelerini sağlayan M2M teknolojileri, ABD’nin Massachusetts Teknoloji Enstitüsü (MIT) araştırmacılarının çalışmalarıyla robotik teknolojisinde yeni bir sayfa açabilir.

MIT Bilgisayar Bilimi ve Yapay Zeka Laboratuvarı (CSAIL) araştırmacısı John Romanishin’in ilk olarak 2011 yılında öne sürdüğü ve geçtiğimiz yıl prototiplerine ait tasarımlarını meslektaşlarına sunduğu robotik robotlar, ‘mümkün olmayan bir teknoloji’ olarak görülmüştü. Ancak Romanishin, bir diğer CSAIL araştırmacısı Kyle Glipin ile Kasım 2013’te Tokyo’da düzenlenen Uluslararası Akıllı Robot ve Sistemleri Konferansı’nda (IROS) geliştirdikleri robotun makalesini sunduklarında, herkesi şaşırtmayı başardı.

‘M-Blocks’ adı verilen küpler, sekiz köşesinde silindir şeklinde mıknatısların yer aldığı küçük bir donanım fabrikasını temsil ediyor. Küplerin özelliği, içlerinde saniyede 20 bin devir yapan bir çarkın bulunması. Çark frene bastığı zaman, açısal momentum küpü harekete geçiriyor. Mıknatısları sayesinde birbirlerine tutunan küpler, içlerindeki mekanizma sayesinde yüzeylerinde hiçbir hareketli parça bulunmasa bile kayabiliyor ve sıçrayabiliyor.

Başarının sırrı

Modüler robotik alanında çığır açabilecek M-Blocks sistemleri, uzaktan veya yapay zeka yazılımıyla kontrol edilebilecek, bu sayede endüstriyel kullanımın yanı sıra günlük hayatta da süper pratik robotların geliştirilmesine imkan verecek.

MIT’de robotik profesörü olan Daniela Rus, elde edilen başarı hakkında, “Modüler teknolojide uzun süredir yapılmak istenen bir şeydi. Bize cesareti kırılmadan bu işin üzerine gidecek ilham dolu biri gerekiyordu” diyerek Romanishin’in hakkını verdi.

Rus gibi araştırmacılar, yıllardır birbirleri üzerinde kayarak hareket eden küp modeli üzerinde çalışıyordu. ‘Kendi kendini montaj eden’ algoritmaları kolaylaştıran bu model, yazılım avantajına rağmen son derece karmaşık bir teknoloji gerektiriyordu. Rus ve ekibinin geliştirdiği ‘Molecule’,  18 ayrı motora sahipti ve ikinci küpe bir çubukla bağlı hareket edebiliyordu.

Romanishin ve Glipin ikilisi, birbirlerine bağlı olmayan, hareket kabiliyeti çok daha yüksek küplerle, çok sayıda birimin oluşturacağı robotik düzenlerin kapısını araladı.

m-blocks ile ilgili görsel sonucu

Çok fonksiyonlu mobil robotlar

MIT araştırmacıları, M-Blocks’un belli düzenlere girebilme ve birçok fonksiyonu yerine getirebilme potansiyelinin yanı sıra, sadece hareket kabiliyetinden bile fazlasıyla yararlanabileceklerini düşünüyor.

Gelecekte çeşitli kullanımlar için özelleştirilmeleri planlanan M-Blocks, tren gibi ilerleyen taşıma kutuları olarak da kullanılabilir. Önemli donanım taşıyan küplerden bir tanesi düşer veya geride kalırsa, yapay zeka yazılımı sayesinde grubuna yeniden katılabilir.

Birbirlerini bulabilen ve bir araya gelerek belli düzenlere girebilen mobil küplerin oluşturabileceği robot veya makineleri bugün hayal etmek güç. Daniela Rus ise küplerin sahip olduğu potansiyel sayesinde ‘belli şekillerle’ sınırlı kalmayacağını, ‘çeşitli geometrilere’ bürünebileceğini belirtti.

Rus’ın ipucunu verdiği potansiyel, yakın gelecekte bazılarımızın imkansız olduğunu düşündüğü teknolojileri gerçek kılabilir. Yüzlerce küp ofislerde masa ve sandalyeye; binlercesi ayaklarımızın önüne kurulan elektronik köprülere dönüşebilir, milyonlarca, hatta milyarlarcası bina boyutunda insansı bir robot olarak karşımızda belirebilir?

Not: Bu yazının orijinali Turkcell Blog’da yayımlanmıştır. 

Günde 100 bardak çay kemiklerini mahvetti

ABD’de yaşayan 47 yaşındaki bir kadın ülkede nadir görülen bir kemik hastalığına yakalandı. Aynı zamanda dişlerini kaybeden kadının yaşadığı rahatsızlığın nedeni her gün en az 100 bardak çay içmesi.

Detroit kentinde yaşayan çay tiryakisi bir kadın bağımlılığı nedeniyle nadir görülen bir kemik hastalığına yakalandı. Son 17 yılda her gün 100’den fazla çay poşeti tükettiğini söyleyen kadının kemiklerinde aşırı kireçlenme ortaya çıkarken, dişlerini de neredeyse tamamen kaybettiği belirtildi.

Bel, kol, bacak ve kalça bölgesinde beş yıldır sonu gelmeyen ağrıları çektiği için hastanaye başvuran kadının X-ray’i çekildiğinde, endemik iskelet florzisi hastalığına yakalandığı anlaşıldı.

Medicine dergisinde yayımlanan araştırmada yer alan Henry Ford hastanesiden Dr. Sudhaker D. Rao, hastalığın içme suyunda da bulunan florürden kaynaklandığını belirtti. Hastanın kanındaki florür oranının, olması gerekenden dört kat fazla olduğu tespit edildi.

İçme suyundaki florürün yüksek olduğu Çin ve Hindistan’da sıkça rastlanan endemik iskelet florzisi, Avrupa ve Kuzey Amerika’da fazla görülmüyor. Hatta, ABD’de diş çürüklerinin önüne geçmek için içme suyuna  düşük miktarda florür katılıyor. Bazı uzmanların karşı çıktığı uygulama ABD’nin 50 büyük kentinden en az 42’sinde geçerli ve ülke nüfusunun yüzde 70’inden fazlasını kapsıyor.

17 yıl boyunca her gün en az 100 çay poşetİ tükettİ

Vücut florürü atamaz hale geldi

Rao, ilk muayene eden doktorların kanser olabileceğini düşündüğü kadının kemik hastalığı olduğunu Hindistan kökenli olmasından fark etmiş. Böbrekler tarafından atılamayan aşırı florür, kemiklerin üzerinde biriken kristal tortular oluşturmuş.

Livescience’ın haberine göre ABD’de aşırı çay içmekten dolayı kemik kireçlenmesi yaşayan hastalar yok değil. Ancak 47 yaşındaki hastanın en büyük hatası içtiği kadar su tüketmemek. Rao, çok çay tüketen ve kemik ağrısı şikayetinde bulunan kişilerin acilen bu alışkanlıklarına ara vermeleri gerektiğini tavsiye ediyor. Kemikler kendini onardıkça, kireçlenme de ortadan kalkıyor.

Kölelik Nasıl Başladı?

15’inci yüzyılın başına gelindiğinde insanlık dünyayı Asya, Avrupa, Afrika’nın keşfedilmiş kıyıları ve Hindistan olarak biliyordu. Kendi topraklarında yaşayıp Çin ticareti ile her istediğini karşılayan Avrupa için, Atlantik okyanusunun ötesi diye bir şey yoktu. Avrupalılar oraya gitmek isteyenlerin ya kaynayan sularda yanacağını, ya da okyanus tarafından yutulacağını düşünüyordu. Haritacıların yapabildikleri en iyi şey, bilinen dünyayı olabildiğince iyi bir atmasyonla çizmek, okyanusun ötesi için ise erişilmez olduğunu söylemek ve orayı hayali adalar ile doldurmaktı.

Hıristiyanlar savaşa ve yemek yemeye düşkün tarım ve ticaret insanlarıydı. Sahip oldukları ile yaşayıp gitmek onlar için yeterliydi. Coğrafi keşiflerle dünya haritasını tamamlamak ve onun neye benzediğini, ne içerdiğini görmek, karınları doydukça ve savaşları eksik olmadığı sürece gerekli değildi. Kilisenin cahilliği sömürdüğü neredeyse 1,500 sene boyunca, Haçlılar Avrupa’nın bilimsel gelişimine çok büyük bir engel yarattılar. 391 senesinde yollarına çıkan ve Büyük İskender’in kurduğu, dünyanın dört bir yanından toplanmış binlerce papirüs içeren İskenderiye kitaplığını şehir ile beraber yakıp yıktılar. Yok olan ve dünyayı medeniyetin altın çağına sürükleyebilecek olan eserlerin arasında, M.S 1 ve 2’nci yüzyıldada yaşamış Batlamyus’un dünya haritası da vardı.

İskenderiye kütüphanesi.

15’inci yüzyıla gelindiğinde, Türkleri içten yıkmış ve başlarından atmış olan Çinliler, 100 milyonu aşkın nüfusu ve devasa deniz gücü ile dünyanın en güçlü ticaret ülkesiydi. Dönemin imparatorunun verdiği emirle, Cheng Ho adlı bir denizci 37 bin kişilik mürettebat ve 317 gemiden oluşan filoyu keşif seferine çıkardı. Cheng Ho, tüm Çin kıyılarını ve Pers Körfezi ile Kızıl Deniz’e kadar olan ticaret kıyılarını keşfetti. Hatta sahip oldukları filo ile çok daha ileri gidebilir ve Afrika’nın etrafından dolanıp Avrupa’ya kadar çıkabilirlerdi.

Cheng Ho’nun amiral gemisi tam 135 metre uzunluğundaydı, 1492 senesinde San Salvador’a ulaşan Kristof Kolomb’un Santa Maria adlı gemisi ise en fazla 27 metre uzunluğa sahipti. 1405 senesinde o zamanki dünyanın ticaret yollarını ellerinde bulunduran Çinliler, istedikleri her şeye zaten sahip olduklarını düşündüklerinden coğrafi keşifleri gereksiz gördüler. Böylece Çinliler evlerinde kaldı. Diğer yandan aynı sene Batlamyus’un “Goegraphy” adlı eserinin bir kopyası bulundu ve hemen Latinceye çevrildi.

391 senesinde dünyanın sahip olduğu tüm bilgileri yakan Hıristiyanlar, onun yuvarlak olduğunu 1406 senesinde öğrenebildiler…

Cheng Ho’nun filosu.

Baharat sevdası Avrupalıların uykusunu bozdu

Haçlıların gerçeklerden saptırılmış kutsal kitabındaki harita Kudüs’ü dünyanın merkezine koymuştu. Bu nedenle sadece ilk yüzyıllarda değil, 1095 ile 1271 seneleri arasında tam 12 Haçlı seferi düzenlendi. Tüm bu seferlerin ardından Haçlılar kilisenin etkisinden kurtuldu ve dünyanın içerdiği zenginlikleri fark etti ancak ticaret çok büyük bir dertti.

Avrupalılar et yemeğe bayılıyorlardı. Et ise şarap ve baharat olmadan tadı çıkmayan bir yemekti. O dönemde baharat Mısır ve diğer Müslüman ülkelerden getiriliyordu. Bu ticareti elinde bulunduranlar ise iki İtalyan kenti olan Venedik ve Cenova’ydı. Ancak baharata koydukları fiyat o kadar yüksekti ki, baharat para birimi olarak bile kullanılıyordu. Bu fiyata katlanamayanlar ise İstanbul’dan geçen İpek ve Baharat yollarından gelen karavanları beklemek zorundaydılar.

Batlamyus’un dünya haritası.

Baharata ve diğer ticaret mallarına ulaşabilmenin daha kısa bir yolu olmalıydı. Bu yol, henüz kuzey kıyıları dışında keşfedilmemiş olan Afrika’yı geçerek Asya’ya ulaşan bir rotaydı. Ancak nasıl keşfedilecekti?

Karamsarlık bir yana, bazı şeylerin değişmesi için olaylara farklı bakabilen bir insanın olması yeterliydi. Bu insan Portekiz kralı Henry’ydi (Denizci Prens Henry olarak da bilinir). Matematik ve astronomiye meraklı olan Henry, gerçekleri İncil’de eksik kalan bilgilerin üzerine hayal meyal ile doldurmuyor, merak ettiği şeylerin üzerine eğiliyordu. Onun için bir şeyin çözümü adım adım ve dikkatli olmalıydı. Henry bu yöntemi taht süresi boyunca Afrika’nın bilinen kıyı şeridinin ötesindeki gizemleri keşfetmek için kullanacaktı.

Venedik’in Piri Reis tarafından hazırlanan çizimi. ‘Kitab-ı Bahriye’ kitabında basılmıştır.

Avrupa’nın gözleri açıldı

Hıristiyanlığın amacı tüm dünyayı Hıristiyan kılmaktı. Bu yüzden Haçlı ordularını temsil edecek olan krallar çok ihtişamlı giyinmeli ve karizmatik olmalıydı. 21 yaşında Afrika işgalini Cebelitarık boğazının hemen karşısındaki bugün Fas şehri olan Ceuta’yı alarak başlayan Henry’de, rengârenk ve en kaliteli kumaşlardan giyinen bir Haçlı kralı gibiydi.

İstanbul’un fethinde surlarda yeniçerilerin darbeleriyle can veren son Bizans İmparatoru Konstantin de, fethin ertesi günü ceset yığınlarının arasında altın kartal işlemeli erguvan rengi pabuçları ile fark edilmiş, tıpkı Henry gibi tipik bir Hıristiyan kralı kılığında İstanbul’u Osmanlılara teslim etmişti…

Henry’nin Ceuta’yı ele geçirmesi, Doğu’nun zenginlikleri karşısında gözlerinin kamaşmasına neden oldu. Şehir doğu dünyasının zenginlikleri ile doluydu. Elde edilenlerin arasında altın, gümüş, Hindistan kumaşları, çuvallar dolusu tarçın, biber, karanfiller ve zencefil bulunuyordu. Müslümanlar Ceuta’ya hemen ticareti kestiler. Ancak Henry, elde edebildiği tüm bilgiyi toplamaya çalışarak, bu zenginliğin geldiği yere, yani Kızıl Deniz’e açılan rotanın yolunu bulma çabasına girişti. Bu rota, Afrika’nın keşfedilmemiş kıyılarından aşağı iniyordu ve kimse nereye çıktığını bilmiyordu. Müslümanların ‘Karanlığın Yeşil Denizi’ dediği yer, Hıristiyanların aynen Atlantik okyanusu için düşündüğü gibi, gidilirse kaynayan suların ve girdapların gemileri yutacağı yerdi.

Kral Henry’nin Ceuta’yı ele geçirmesi.

Dönüm noktasını getiren yelkenli: Caravel

Henry düşüncelere dalmışken, iki genç denizci, John Gonçalves ve Tristan Vaz, ondan iş istediler. Henry böylece iki maceraperesti Afrika kıyısını keşfetmek üzere sefere yolladı. Gonçalves ve Vaz, Bartholomew Perestrelo adındaki arkadaşlarını yanlarına alarak Kanarya Adalarını geçti ve Porto Santo adasını keşfettiler. Ancak Bartholomew’in yanında getirdiği hamile tavşan yüzünden, ada Portekiz’in değil, tavşanların himayesine geçti.

Adayı tavşanlara bırakıp geri dönen Gonçalves ve Vaz, Henry’nin emri ile yeni bir sefere çıkarak bu sefer Madeira Adalarını keşfetti. Bu keşiflerin ardından Henry, Afrika kıyısını birkaç seferde keşfedecek bir gemi tasarımı için zamanın en ünlü coğrafyacısı Master Jaime’i yanına çağırdı. Jaime’nin çalışmaları ile coğrafi keşiflerde çığır açacak olan gemi, yani ‘Caravel’ (karavela) tasarlandı. Sadece 21 metre uzunluğundaki Caravel, 20 kişilik mürettebat taşıyan bir gemiydi. Manevra kabiliyetinin iyi olması ve uzun mesafe gidebilmesi için üç tane, üçgen şeklinde yelken taşıyordu.

Caravel ile 1421–33 arasında Portekizli denizciler Sahra çölünün batısında kalan burun kısmı Cape Bojador’a kadar geliyor, ancak orayı geçemiyorlardı. Orada fırtınaya yakalanan denizciler, karşılarına çıkacaklarını zannettikleri zebaniler, sarı fırtınalar ve kaynayan suların korkusu ile geriye kaçıyorlardı. Ancak Henry çok sabırlı bir adamdı. Denizcilerini yüreklendirerek daha da ileri gitmelerini söyledi. 1434 senesinde büyük gelişme oldu ve Gil Eanes adlı genç bir denizci Cape Bojador’u dönmeyi başardı. Sanılanın aksine ne gemileri alev aldı, ne de kaynayan sular onları yutarak okyanusun dibine çekti. Ertesi senelerde Eanes, Cape Bojador noktasından 240 km daha ilerlemeyi başardı. Diğer yandan, Portekiz halkı halen ipek ve baharat getirmeyen, tam tersine tek derdi Afrika’yı keşfetmek olan Henry’nin harcamalarını gereksiz buluyordu.

Avrupalı denizciler Henry’nin verdiği cesaretle bu düşünceleri yendi.

Köle ticareti başlıyor

1441 senesinde, John Goncalves’in kardeşi Antam, Henry’nin ne bulursan getir emri ile Afrika’dan altın tozu, öküz derileri, devekuşu yumurtası ve 10 tane Afrikalı ile döndü. Devekuşu yumurtası yiyen ilk Avrupalı olan Henry, tadının enfes olduğunu söylemişti. Ancak insanların ilgisi yumurtalarda değil, Afrikalı siyahî kölelerdi. Portekizliler işçi açığını kapatmak için bu yarı çıplak ve dillerini bilmedikleri, alt sınıf kabul edilen insanları çalıştırmaya başladılar.

Bir sonraki seferde 165, bir diğerinde 235 siyahî köle Portekiz’e getirildi. Senelerce süren çabalara rağmen Afrika’nın uç noktası bile keşfedilememişti ama Avrupa aradığı asıl şeyi bulmuştu: Köleler. Kısa zamanda siyahî köleler o kadar çok rağbet görmeye başladı ki, yeni bir ticaret alanı oluştu. Afrika’ya giden gemiler artık mal değil, ağızlarına kadar kadın-çocuk ve erkeklerden oluşan köle grupları taşımaya başladılar. Avrupa’nın keyfine düşkün yaşam tarzı ve açgözlülüğü, kısa zamanda köle ticaretini bir yaşam tarzı haline getirecekti.

Portekizli kaşiflerin izlediği rotalar.

1453 senesi, dünyanın yazgısını en çok etkileyen olaya sahne oldu ve sadece ticaret yolları değil, dünyanın ve insanlığın geleceği ebediyen değişti. 23 yaşındaki Sultan Mehmet, dünya tarihinde eşi benzeri olmayan bir olaya imza atarak, sadece 54 gün içinde İstanbul’un dev surlarını aşıp eski dünya başkentini ele geçirdi. Avrupa büyük bir şok geçirmişti. Fatih’in İpek ve Baharat yollarını kapaması ile hem en büyük geçim kapıları kapandı ve hem de baharat ticaretinin sonu geldi. Artık son sürat keşifler ile Hindistan’a giden yolu bulmaktan başka çare yoktu.

Kızılderililerin hazin sonuna giden başlangıç

Henry, fethi izleyen 7 yıl boyunca akıl, cesaret ve sabır ile dünya haritasına 3218 km kazandırdı ve 1460 senesinde 66 yaşında öldü. Onun cesaretlendirdiği coğrafi keşifler, yolu tıkanan ticari yolların da kaçınılmaz kıldığı durum ile birleşince son sürat tekrar başladı. Henry’nin ardından gelen Kral Alfonso’nun görevlendirdiği Bartholomew Diaz, Afrika’nın ucunu bulmayı başaracaktı. Ancak ardından gelen isim, Kristof Kolomb, bırakın Hindistan’ı, en çok korkulan yer olan Atlantik okyanusunu geçecek ve Küba’ya çıkacaktı.

Şaşkın Kolomb, okyanusun diğer ucunda rastladığı insanları Hindistanlılar zannettiği için, onlara ‘Indians’, yani Hindistanlılar adını takmıştı. Keşfedildikleri andan itibaren yazgıları ters giden Kızılderililer, Avrupa’nın sonu gelmez açgözlülüğü içinde kısa zamanda katledildiler, tüm zenginlikleri ve vatanları işgal edilirken, dünya üzerindeki belki de en insanı ırk yok edilmiş oldu.

Santa Maria.

Yaşasın açgözlülük

16’ncı yüzyılın başı ile İpek ve Baharat yolları iyice önemini yitirmeye başlarken, Amerika’dan Avrupa’ya sonu gelmez bir zenginlik akıyor ve Avrupa insanı hızla bu yeni kıtada kurulan kolonilere göç ediyordu. Tabii ki yanlarında Afrikalı köleler eksik olmuyordu. Fatih’in eski dünyaya açılan kapıları kapaması ile Avrupa’nın kölelik ile başlattığı açgözlülük işgallere, yağmalara ve sonu gelmez bir zenginlik hırsına kapılarak yeni dünyaya aktı…

Kolomb’un rotaları.

Amerikan Bağımsızlık Savaşı’nın ardından, sanayi ve tarım kültürleri olarak ikiye bölünmüş bir yapıya bürünmüştü. Tarıma dayalı yaşayan ve 9 milyonluk nüfusu olan Güney’de tam 4 milyon siyahî köle bulunuyordu. Siyahîler, kültür olarak çok zıt ve birbirleriyle geçinemeyen Asiler ve Yankiler arasında çıkan savaşın sonunda sözde özgürlüğe kavuştular. Tam tersine, iyice aşağılanan ve en aşağı işlerde çalıştırılan siyahlar, Amerika’nın sanayileşme ve kapitalizm sürecinde kaynayıp gittiler.

Bugün Afrika’da çocukların işçiliğe başlama yaşı 4. Dünyanın önde gelen birçok şirketi ise 15 yaş altı işçi çalıştırıyor. Dünyanın en zengin firması Apple’ın iş ortağı Foxconn’un da zamanında itiraf ettiği çocuk işçilerin sayısını bilmek ise mümkün değil. Gelinen noktada, neredeyse hepimiz tüketime hizmet ediyoruz.

Not: Bu yazı ‘Kapitalizm vs. İnsanlık’ adlı arşivimden derlenmiştir.

Giza Piramitleri ve Sfenksin sırları: Yeraltındaki gizli oda

Bir önceki bölümden devam…

Dedektif Domingo (ikinci bölüm), Sfenksi incelediğinde insan-aslan karışımı suratın gövdeye göre çok daha küçük olduğunu fark etmişti. Ayrıca suratın aslana benzer olması ve müzelerdeki Sfenks heykellerinin aslan yelesi içermesi onu zamanında kafanın çok daha büyük olduğuna inandırdı. Domingo araştırması esnasında Sfenksin büyüklüğüne oranla onu 4 noktadan işaretleyerek bölümlere ayırmıştı. Kahire müzesindeki bir Sfenks heykelini kendi ölçümlerine uyarladığı zaman muntazam bir eşleşme keşfetti. Yani Sfenksin gerçekten çok büyük bir kısmı erozyona kurban gitmişti. Bunun en büyük delili heykeller ile bugün çok küçülmüş ve şeklini yitirmiş olan kafaydı.

Sfenks, kendi özünde ölümsüz yaşama açılan bir kapıdır. İnsan suratı insanın bilgeliğini, yarı aslan gövdesi doğanın güçlerini, güneşe bakan konumuyla Güneş Sistemi’nin bilgi havuzuna açılan yolunu temsil eder. Bu üçünün bir araya gelmesi ile Sfenks aslında sonsuz hayatın oluştuğu bir üçlemenin en büyük sembolüdür.

The constellation of Leo relative to the ecliptic.
Sfenks, Aslan (Leo) takımyıldızını mı temsil ediyor?

Nil nehrinin tapınaklarından bir tanesi olan ve dünyanın en olağanüstü sırlarından birini ortaya çıkaran Luxor Tapınağı Mısır’ın Sfenksten sonra en gizemli yapılarından bir tanesi. Geometriyi doğada çok iyi okuyabilen Fransız bilim insanı Schwaller de Lubicz, 1937’de Mısır’a gelip bu devasa tapınağı gördüğü anda, aklına o güne kadar kimsenin düşünemediği bir şey geldi. Antik Yunan dünyasının bilimini çok iyi tanıyan Lubicz, Luxor tapınağına baktığı zaman, buranın bir harmoni ve oran içeren düzene sahip olduğunu düşündü. Hipotezini desteklemek için tam 15 sene Mısır’da çalışan Lubicz, ortaya çıkardığı bilgiler ile Yunanlılardan binlerce yıl önce dünyamızda muntazam bir düzen ve oranın var olduğunu kanıtladı.

Lubicz, 15 sene boyunca tapınağın her yapısını ölçtü ve kesin matematiksel oranlara sahip olduğunu anladı. Lubicz, tapınağın bir tüm olarak, insanın anatomisi ile bağdaştığını ve evren ile ilişki kurduğunu ortaya çıkardı. Tapınağın girişinde bulunan Mısırlılara ait devasa heykeller tapınağın aslında ortaya koyduğu anatomik insan görünümüyle aynıydı. Bu yüzden Lubicz buraya “Temple of Man” adını verdi. Lubicz’in büyük keşfi bu tapınağı ve diğer Mısır yapılarını inşa edenler hakkında birçok efsanenin doğmasına yol açtı. Lubicz’e göre, tapınak, “taşlara gömülü bir senfoniydi”.

Luxor tağınağının girişi. [Wikipedia]

Sfenks ve duvarı farklı dönemlerde yapıldı

Giza Platosundaki ve Nil nehrinin etrafına dağılmış olan tapınaklarda evrene ve tarihe ait büyük sırlar olduğu aşikârdı. West ve ekibi, Sfenksin yaşını tam olarak belirleyebilmek ve bu sırlardan bir tanesini kesin olarak çözebilmek için Sfenksin restorasyonunda kullanılan taşlara önem verdi. Bunların değerlendirilmesi ile Sfenksin tam olarak ne kadar erozyona uğradığı anlaşılabilecekti. Ancak Sfenks tarih boyunca birçok kez restorasyondan geçmişti.

Schoch, bir değerlendirme yapabilmek için Sfenksin kuyruğunu inceledi. Burada yeni yerleştirilmiş taşlar ile önceki restorasyonlardan kalan taşlar rahatlıkla birbirinden ayırt edilebiliyor. Mısırbilimcilere göre, Sfenks Eski Krallık döneminden beri, yani 4,500 senedir bir restorasyon süreci yaşıyor. Sfenksin restorasyona tabi tutulan bir köşesi incelendiğinde, restorasyon için toplamda yaklaşık 2-3 feet yani, 1 metreye yakın kireç taşı kaplaması yapıldığı görülüyor. Mısır bilimcilere göre en eski restorasyonlar Eski Krallık döneminde, yani Chepren öldükten 300 yıl sonra başladı. Ancak eğer bu doğruysa, Chepren tarafından yapıldığı öne sürülen bu yapı, onun döneminde daha yeni kazılmışken neden tamire ihtiyaç duydu? Öne sürdükleri şey, Sfenksin dış duvarında kullanılan malzemenin kalitesiz olmasından dolayı duvarın 300 senede 1 metre incelmiş olmasıydı. Yani 100 senede 0.3048 metre (1 feet). O zaman hesabını yapalım. Sfenks 4,500 senelik deniyor. Bu da 4,500 feet’lik bir erozyona denk geliyor. Sfenksinde sadece 40 feet geniş olduğunu düşünürsek, bu hesaba göre Sfenksin tümünün 500 sene önce yok olması gerekiyordu.

sphinx pyramids 1900s vintage old school Picture of the Day: Khufu and the Great Sphinx ca. 1860 1929
Sfenks’in modern tarihte bilinen kazılar başlamadan önceki hali (tahminen 1860). [New York Public Library]

Bir teori, Sfenksin oluşturulduğu ana kaya parçasının binlerce yıl boyunca maruz kaldığı rüzgârlardan dolayı giderek Sfenks şeklini alması, ardından da Mısırlıların gelip bu şeklini almış koca taş bloğu oyması ve son halini vermesiydi. Ancak Schoch’a göre bu mümkün değil. Sebebi Sfenks ile dış duvarı arasındaki mesafenin çok az oluşu, her iki yapının belirgin kesimlerin doğal sebeplerden kaynaklanamayacağı, en önemlisi ise Sfenks’ten doğal bir şekilde koca taş parçalarının koparak ileride tapınak halini alamayacak olmasıydı. Giza platosunun seviyesi üzerinde kalan Sfenks başı belki doğal süreçte ilk şeklini almış olabilirdi ama gövde için bu geçerli olamazdı.

Mısır bilimciler, Chepren’in zamanından sonra aşırı hasar görmüş olan kireç taşı bloklarının tamir edildiğini, aynı zamanda da şekillendirildiğini öne sürüyorlardı. Ancak bu garip düşünceye Schoch tamamen farklı bir görüş getiriyordu. O Sfenks tapınağında kullanılan taşların Sfenksteki ile tamamen aynı olduğunu ve taşların tapınağı bir araya getirmek için kullanıldığını, elle değiştirilmemiş bir şey olmadığını açıkladı.

Chepren Sfenksi yapmamış, onu tamir etmişti. Aynı zamanda tapınağı da tamir etmek zorunda kalmıştı çünkü her iki yapının da hali çok kötüydü. Bu nasıl mı anlaşıldı? Tapınağın avlusundaki bir taş bloğunda “sonsuza dek yaşa” hiyeroglifleri okunuyor. Buradan yola çıkarak Schoch bu yapının Eski Krallık dönemine kadar uzandığını, tapınağın ise daha önceki bir döneme rastlayabileceğini anlıyor. 20’nci yüzyılın başında tapınağın dış yüzeyinin çekimli fotoğraflarında, Mısırlıların restorasyon için duvarları restore etmeye başladıkları noktaya kadar tıraşladıkları anlaşılıyor. Ancak tamamen düz bir yüzey yapacak kadar tıraşlama yapmıyorlar. Eski taş bloklar yenilerinin hizasına getiriliyor. Bunun yapılmasındaki sebep, tapınağın dış cephesinin de tıpkı Sfenkste olduğu gibi yağmurdan erozyona uğraması ve en çok tepelerdeki taş bloklarının içeri girecek kadar erimesiydi. Mısırlılar bunları kapamak için, alttaki daha dayanıklı ya da yeni blokları keserek eskilerinin hizasına getiriyor ve sonra üstleri yeni taşlarla kaplanıyordu. Ya da yeni taş bloklar eskisinin üzerine oturacak şekilde kesiliyorlardı. Bugün Sfenkste ve tapınaklarda görülen şey de aynen budur.

sphinx excavations 1920's ile ilgili görsel sonucu
1920’lerde kazı ve restorasyonlar hızlandı. [http://giza.fas.harvard.edu]

Mısır bilimcilerin dediğine göre Sfenksin ve dış duvarının aynı dönemde yapılmasının da imkânı yok. Çünkü dış duvar Sfenksin yan cephelerine göre oldukça düzgün ve eğimli olan kısımları da Sfenksten alınmış parçalar. Zaten her biri Sfenksten alınmış parçalardan yapılan duvarın erozyon belirtileri Sfenks ile aynı ve kullanılan taş da Sfenksin ta kendisi.

Şimdi her şeyi baştan alalım: Giza platosu bir çöl haline gelmeden çok önce, yeşil ve verimli bir araziydi. Bu platonun bir köşesinde ise devasa bir taş kütlesi bulunmaktaydı. Dönemin yetenekli heykeltıraşları inşa ettikleri kat kat iskelet yapısı ile bu kayayı baştan aşağı oyarak koca bir kafa haline getirdiler. Ancak bu kafa bir aslan mı, kraliçe mi, yoksa Tanrı mıydı bilinmiyor. Kafaya bir gövde yaratabilmek için, koca taş blokları kafanın bağlı olduğu ve plato seviyesinin altındaki taş bloktan kesilmeye ve etrafında bir duvar oluşturacak şekilde dizilmeye başlandı. Her nasıl olduysa bu taş bloklar taşınarak ve muntazam bir şekilde konumlanarak tapınakları ve Sfenksi oluşturdu. Zaman içinde yağan yağmurlar ve değişen doğa olayları yavaşça buz devrinin sonuna gelindiğine işaret etti.

Giza Platosu binlerce yıl önce sulak bir alan mıydı? [Harvard Magazine]

Edgar Casey’in kehaneti doğru mu?

Sfenksin üzerinde oluşan erozyon belirtileri günümüze kadar geldi. Acaba bu sel olayı İncil’de bahsedilen büyük sel (tufan) olabilir miydi? Yağmurlar sona erdi ve bir zamanların verimli toprakları çöl haline geldi. Sfenks ve tapınaklar çöl fırtınaları içinde kuma gömülen yapılar halini aldılar. Sfenksi boyun kısmına kadar örten kumlar, bu yapının binlerce sene erozyona maruz kalmasını önlediler. Surat ise çokça zarar gördü ve defalarca elden geçirildi. Ancak ilk hali hiçbir zaman bilinemediği için yüzün kime ait olduğu da ortaya çıkarılamadı. Sonra Chepren ortaya çıktı ve Sfenksin ilk kazılarak ortaya çıkarıldığı ve tamirlerinin yapıldığı dönem yaşandı. Zamanla çöl tekrar Sfenksi ve tapınakları kuma gömdü. Binlerce sene sonra rüyasından hareket eden Thutmose 4, tekrar Sfenksi ortaya çıkardı ve restorasyonlar yaptı. Bu döngü 3,500 sene boyunca tekrarlanarak devam etti. Sfenksin burnunu nasıl kaybettiği konusuna gelindiğinde ise bazıları Napolyon’un topçularını sorumlu tuttu. Antik efsanelere göre ise eğer bir heykelin burnunu yok ederseniz, ruhunu da yok etmiş oluyordunuz.

Sfenks’i kim inşa etti?

Bunu bu yapının altında gizli olan bir oda çözebilir mi? 12 feet (3,5 metre) yüksekliğinde ve 9 feet (2,7 metre) eninde, dikdörtgen şeklindeki oda da ne olabilir? Bu odanın doğal yollarla ortaya çıkmış olabilmesi kesinlikle mümkün değil. Kısaca, bu oda insan yapımı olabilir. Bu konuda, Amerika’nın 1940 senelerinde uyku kehanetçisi olarak ün kazanan ismi Edgar Casey, çok ilginç yorumlarda bulunmuştu.

Büyük Piramit ve Sfenks’in iç yapılarını gösteren çizim (gizli oda ile).
Sfensk’in altında gizli olan oda veya tünele ait çizim.

Casey, bir gün derin trans halinde antik Mısır hakkında bilgiler verdi. Verdiği bilgilerde, bir gün Sfenksin ön kısmının altında bir oda bulunacağını söyledi. Odanın içinde de tüm Mısır uygarlığına ilham vermiş olan medeniyete ait bilgiler bulunacaktı. Casey, bu medeniyetin adını “Atlantis” olarak belirtti. Casey, teknoloji bakımından çok ileri bir medeniyet olan Atlantislilerin, medeniyetleri bir facia sonucu okyanusun dibini boyladığı zaman Mısır’a göç eden insanlar olarak anlattı. Bazılarına bu anlatılanlar fantezi gibi gelse de, 50 sene sonra araştırmacılar sismograf yardımı ile Casey’in tam söylediği yerde bahsettiği odayı buldular.

O zaman, Yunanlılar Mısırlılardan ilham aldı. Mısırlılar ise efsanevi Atlantislilerden. Peki Atlantis uygarlığı kimden ilham almıştı? İşte burada, araştırmacı Richard Hoagland ve ekibi merak edilen soruya cevap vermekte gecikmedi: Mars ve Cydonia yapıları. 1976 senesinde Viking 1 ve 2 uzay araçlarının dünyaya gönderdiği 50 bini aşkın resim arasında sıradışı beliren yapılar.

Great Sphinx Tunnels 2
Great Sphinx Tunnels
20’nci yüzyılda keşfedilen koridor, hava boşlukları ve odalar.

Cydonia yapıları üzerinde yapılan geometrik araştırmalar, bu yapıların tüm evren hakkında şaşırtıcı matematiksel bilgi içerdiğini ortaya koydu. Tıpkı Schwaller de Lubicz’in Luxor tapınağında yaptığı gibi. Yani farklı gezegenlerde olan bu yapılar sadece görsel olarak değil, asıl içerdikleri matematiksel sırlar bakımından inanılmaz bir gizem taşıyorlardı. Peki onları yapan, ya da binlerce senelik geçmiş içinde bir diğer uygarlıktan ilham alarak ve ilk yapıların sırlarını keşfederek diğerlerini inşa edenler kimlerdi? Sadece şurası kesin ki, Güneş Sistemi hakkında halen bizim keşfedemediğimiz bilgilere sahip olan uygarlıklar ya bizimle aynı yıldız sisteminde yaşadı, ya da buraya uğradı ve bu eserleri geride bıraktı.

Avcı’nın kemeri, Cydonia ve Giza arasında bağlantı var mı?

Apollo 14 görevi ile Ay’a ayak basan üçüncü insan olan astronot Edgar Mitchell, “Eğer Sfenks düşünüldüğünden çok daha eski bir döneme aitse, bu insanlığın oluşumu hakkında yüz binlerce yıllık bir revizyon gerektirir” demiştir (Mitchell’ın çocukluğu, adını 1947’deki ünlü UFO kazasına veren Roswell kasabasında geçmiştir).

Mısırbilimcisi James Romano, her ne kadar West ve Schoch’un çalışmalarına karşı çıksa da sonunda şunu söylemiştir: “Bu yapıları bizim zannettiğimizden çok daha uzun bir süre önce yapmış olan bir uygarlık var olmuş olabilir ve ben inanıyorum ki yüzlerce, hatta binlerce Mısır bilimcisi bu uygarlığa ait bir tek ufak kanıtı bile es geçmiş olabilirler.

West son sözleri söylüyor: “Giza platosundaki yapılar bence 10, 15 bin yıllık hatta o kadar eskiler ki, bir gün inanamayacağımız kadar eski olduğu kanıtlansa, buna hiç şaşırmam.

Giza platosu on binlerce sene önce oraya göç eden Atlantislilerin yaratmış olduğunu bir yer miydi? Sahip oldukları inanılmaz teknoloji ve kültür ile kısa sürede bu insanlar Giza platosunun verimli topraklarında tekrar süper bir medeniyet mi yarattılar? Ardından buz devrinin sona ermesiyle tekrar göç etmek mi zorunda kaldılar? Yoksa tüm bunlar güneş sistemimizdeki gezegenlere birileri tarafından yapılan ve güneş sistemi hakkında müthiş matematiksel sırlar içeren işaret, semboller mi? Mars ve dünyamız dışında, güneş sistemimizdeki diğer gezegenlerde de bu tür yapılar var mı?

Giza Piramitlerinin ve Sfenks’in sırları: Piramitler nasıl inşa edildi?

Giza Platosundaki tüm yapıların taştan oyularak yapıldığı kabul ediliyor. Ancak bunu savunmayan teoriler mevcut. Sfenksin önündeki büyük taş hitabe yapı hakkında bazı bilgiler veriyor. Buna göre firavun Dördüncü Thutmose rüyasında Sfenksi kumlardan temizlemesi gerektiğini, eğer bunu yaparsa Mısır’ın kralı olacağını görüyor. Hiyerogliflerde şunlar okunuyor: “Bana bak oğlum Thutmose. Ben senin baban… Benim için kalbimi ve yüzümü koru, çünkü ben iliklerime kadar hastayım, Beni tozların kapladığı tapınağım geri gelmemi sağladı.

thutmose 4 ile ilgili görsel sonucu
Dördümcü Thutmose.

Dördüncü Thutmose denilenleri yaparak kumları temizledi ve kral oldu. Aynı hitabede Chepren’in ismini gösteren bazı hiyeroglifler bulunuyor ancak Chepren’in bu yapıyı yaptığına dair hiçbir bilgi yok. Buna rağmen Sfenksin tam şeklini gösteren bir oyma Mısır bilimcilere Chepren’in bu yapıyı yaptırdığının kanıtı olarak geliyor.

Kahire müzesinde yer alan Kral Keops’un zamanından kalma tablette, Chepren’in Sfenksin arka kısımlarını tamir etmekte kullandığı malzemelerin bilgileri ve miktarı veriliyor. Bu da Chepren hayatta değilken Sfenksin orada bulunduğunun en büyük kanıtlarından biri.

James Hurtak: “Stok skalasında verilen bilgilerde kullanılan kireç taşlarının 70’e 42 cm oldukları belirtiliyor. Aynı zamanda skalada Chepren’in yani Khafar’ın babası Khufu için yazılmış ifadeler de var. Khufu, Sfenksin yanında bulunan tapınağı inşa ettirmiş olan kişi. Bu böyle olunca Sfenksin inşa edildiği zaman iyice gerilere dayanıyor ve soru işaretleri tekrar beliriyor. Bazı araştırmacılar skalayı dili modern olarak iyi anlaşılmadığı için reddediyor, ancak aslına bakıldığında bu skala Mısır’da İncil gibi bir şey ve gerçek bilgileri sunuyor.

Mısır yapıları hakkındaki en önemli sorulardan bir tanesi, Mısırlıların bunları nasıl inşa ettiğidir. Sadece Büyük Piramit ele alındığında, 2,5 milyon tane devasa kireç taşının, 146 metre uzunluğa erişecek şekilde inanılmaz bir mimari düzende yerleştirildiğinden bahsediyoruz. Ve bu taşların her biri ortalama 2,5 ton, yerlerine kondukları zaman ise en azından 2,500 sene öncesi. Bunun ötesinde, piramidin içindeki odalarda kullanılan taş blokların ağırlığı 70 tona varıyor.

Büyük Piramit M.Ö 2,575-2,465 yılları arasında inşa edildi.

Sfenksi ele alalım. Bu yapıyı ortaya çıkarabilmek için, aslan-insan suratı oyulduktan sonra, gövdenin ortaya çıkmasını sağlamak için devasa büyüklükteki kireç taşı bloklarını yapıdan keserek taşımak, ardından da geride kalan devasa taş bloğu şekillendirmek gerekiyordu. Sfenksin etrafındaki tapınağın büyük duvarlarına bakıldığında Sfenks yapısındaki kireç taşları ile aynı oldukları görülüyor ve bu büyük olasılıkla Sfenksten oyulan taşlardan yapıldığı anlamına geliyor. Kısaca Sfenksten çıkarılan taş bloklar Sfenks tapınağının inşası için kullanıldı. Ancak burada akla takılan önemli soru, bu devasa ve tonlarca ağırlıktaki taş blokları nasıl taşıdılar ve hatta tapınak inşası için kullandılar? O dönemin araçları ile bu taş blokları nasıl tapınak haline getirdiler? Tapınaktaki taşların bazıları 9 metre uzunluğunda, 3 metre yüksekliğinde ve 3.6 metre kalınlığında taş bloklara sahip. Bu blokların ağırlıkları 200 tonu geçebiliyor. Tapınağı inşa ederken bu koca taşlar nasıl hareket ettirildi, nasıl 15 metre yükseklikte yerlerine oturtuldu?

Mısıbilimcilerine göre bu işlemler akla gelen en basit aletlerle, kaldıraç, merdiven ve iplerle yapıldı. West bu fikre de asla katılmıyordu ve yine işinde uzman kişilere danışmaya karar verdi. Bu amaçla Long Island’da bir inşaat bölgesine gitti. Burada 20 kişilik bir ekibin 200 tona denk gelen bir kazanı nasıl taşıdıklarını gözlemledi. Bu ağırlıktaki bir malzemenin taşınması için ekip tam 6 haftalık bir çalışma ile gerekli kaldırma sistemini ayarlamıştı. Kazanı gerekli yüksekliğe çıkarmak için ve yerine oturmasını sağlamak için 2 ayrı vinç gerekiyordu. Her birinin uzunluğu 67 metreyi bulan bu vinçlerin dengelerinin sağlanması için gereken taban ağırlığı ise 160 tondu.

İnşaat müdürü Jesse Warren, West’in kendisine gösterdiği Sfenks ve taş blokları içeren tapınak resimlerine bakarak şu yorumu yapıyor: “Eğer bunlar 200 ton ağırlığı buluyor ve belli bir mesafe taşınmaları gerekiyorsa, bunu biz yapabilir miyiz bilmiyorum. Bizim yaptığımız işte ağır yükler kaldırılır ve biz ilk önce bizden öncekiler yükleri nasıl kaldırıyormuş diye bakarız. Binlerce sene öncesini düşündüğümüzde, bu 200 tonluk devasa taş blokları eğer kaldırmışlarsa, bunu nasıl yaptıklarına dair en ufak bir fikrim yok. Bu benim için ve belki de herkes için bir sır olarak kalacak.

Bu taş bloklar bugün bile yerlerinden kaldırılamayacaksa, binlerce önce ilkel aletlerle insanlar nasıl yaptı? Bizim halen hiç bilmediğimiz bir teknolojiye mi sahiptiler? Bu teknoloji, sesin vibrasyon gücüne dayanıyor olabilir miydi? Bazı araştırmacılar Mısırlıların sesin vibrasyon gücünü yapıları üzerinde kullandığını ortaya çıkardılar. İşin ilginç tarafı, tapınaklardaki devasa anıt ve taş bloklara sismograf ile deney uygulandığında, bu yapıların bir çatal gibi ses titreşimleri yaratmasıydı.

İncil’de şöyle yazmaktadır: “İnsanların boyun eğme vakti geldiğine borazan çalacak ve trampetler gürleyecek, insanlar hep bir ağızdan bağıracak ve şehrin duvarları yerle bir olacak.

Ses ile levitasyon mümkün mü?

Gerçekten güçlendirilmiş ses işe yarayabilir. Ancak koca bir nesneyi hizaya getirebilir mi? Bugün akustik yükseltme adı verilen ve çok yüksek ses kullanılarak yaratılan yöntemde, bir ses kaynağı ile ses kaynağının karşısına ses yansıtıcısı konuyor. Ses kaynağından çıkan dalgalar yansıtıcıdan dalgalar halinde yansıyor ve geldiği yola tam bir yansıma yaratacak şekilde geri dönüyor. Bu işlemin sürekli gerçekleştirilmesi ile kaynak ile yansıtıcının arasına konulan bir nesne sabitlenebiliyor ve de yükseltilebiliyor. İşin çok ilginç olan kısmı, aynı büyüklükte ve özellikte maddeler, kaynak ile yansıtıcı arasına konduğunda, maddeler arasında spesifik bir aralık oluşuyor ve maddeler bu formasyonda havada asılı kalabiliyor, hareket edebiliyorlar.

Akustik Yükseltme uzmanı Thomas Danley, bugünün imkânları ile Mısır’daki taş blokları hareket ettirmenin mümkün olmadığını, gerekli olan frekansı yaratamayacaklarını ve yine gerekli olan yoğunluğunun 800 metre çapında olması gerektiğini belirtiyor. Bu teknoloji ile günümüzde parmağımız kadar olan taş parçaları kaldırılabiliyor. Bunun yanında özellikle piramitlerin içindeki taş bloklar o kadar muntazam yerleştirilmiş ki, iki taş bloğun arasına kredi kartı bile sokabilmeniz mümkün değil…