Giza Piramitlerinin ve Sfeksin sırları: Sfenks’in suratı kime ait?

Bir önceki bölümden devam…

Sfenksin 1860 senesinde çekilen bir fotoğrafında, aslan ve insan karışımı suratın altında kalan vücudun tamamen kum ile kaplandığı görülüyor. Eğer Sfenksin suratı da kaplanmış olsaydı belki onu keşfetmek çok daha uzun bir süre alabilirdi. Kazı yapmak için izin alabilmek, bu izin alınsa bile kazı yapabilmek çok maliyetli bir iştir. Peki kazmadan toz yığınlarının altını araştırmak nasıl mümkün olabilir? Sismograf burada kullanılan yöntem oluyor. Dinleme cihazlarının zemine monte edilmesinin ardından bir çekiç gibi aletle zemine vuruluyor. Sismograf dinleme cihazlarından gelen ses dalgalarını yakalıyor. Farklı yoğunluktaki taş bloklarından yansıyan şok dalgaları yerin altındaki yapılar hakkında araştırmacılara ışık tutuyor. Sismograf son olarak yerin altındaki yapının bir şeklini diyagram halinde sunuyor.

Sfenks’in 1858 yılında çekilen fotoğrafı.
Sfenks’in 1860 yılına ait fotoğrafı. [Reddit]

Bu işlemi West adına yapmak için Colorado Üniversitesin’den sismolojist ve jeolog Thomas Dobecki yardıma geliyor. Petrol sanayisinde uzun seneler çalışmış olan Dobecki, Sfenksin altındaki yapıları sismograf ile inceliyor. Dedikleri şunlar: “Buradaki amaç, Sfenksin altında bu yapı ile bağlantısı olabilecek uygarlıklara ait kanıtlar bulmak. Bu çalışma içinde çok olağandışı, oda tarzı bazı yapıları rastladık. Üstüne üstlük, kireç taşı yapıların altında hava koşullarının oluştuğu coğrafi bir alanın bulgularını içeren harita elde ettik.

Schoch devam ediyor: “Sfenksin dış avlusundaki taş yüzey aslında göze çok sert gözükmektedir. Aslında bu yüzey zamanla maruz kaldığı hava koşulları yüzünden oldukça yumuşaktır. Hava koşulları zamanla taş blokların içine işleyecek ve onlara hasar verecektir.

Dobecki: “Burada çok önemli olan şey, zamanla oluşan değişime bakarak taş blokların ne kadar eski olduğunu söyleyebilmemiz. Sismograf ile yumuşak olan taş blok ile onun altında bulunan sert taş bloğun sınırlarını belirleyebiliyoruz.

Giza Platosu’ndaki yapıların konumunu gösteren harita.

Schoch: “Sfenksin uzunluğu boyunca kuzey ve güney taraflarında, ayrıca patilerin önünde (Sfenksin öne uzattığı kolları yani) hava koşulları yüzünden yere gömülmüş taş yüzeyleri bulduk. Bazı yerlerde 2,5 metre olan bu derinlik, 6–8 metreye kadar çıkabiliyor. Bunun yanında, Sfenksin arka tarafında sadece 1–2 metre derinliğe gömülmüş taş yüzeyleri keşfettik. Buradan anladığımız şey ise Sfenksin arka kısmının daha sonradan oyulmuş olduğu. Bence Sfenks’in arka kısımları firavunlar tarafından 2,500 yıl önceki dönemlerde oyulmuş/kazdırılmış. Diğer üç cephe ise çok daha eski bir zamana denk geliyor.

Sfenksin arka kısmından ön kısmına doğru bir diyagramı çizildiğinde, yapının arkadan öne doğru aşağıya eğimli bir zemine sahip olduğu görülüyor. Bu da elde edilen bilgileri doğruluyor. Arka zemin 1.2 çökmüş iken, bu ön tarafta 2.4 metre. Yani ön kısım arkadan en az iki kat daha eski. Bu da demektir ki eğer Sfenksin arka kısmı tamir edilmek için 4,500 sene önce kazıldı ise, ön kısmı en azından 9,000 bin senedir oradaydı.

West ve Schoch’un 1991’de Sfenks’i inceledikleri ölçüm kordonu.


Sfenks’in suratı kime ait?

Mısır bilimcileri Sfenksi 4,500 sene önce zamanın firavunu Khafre tarafından yapıldığını öne sürüyorlar. Giza platosu yöneticisi Zahi Hwass bunu doğruluyor. Kabul edilen bir başka görüş, Khafre’nin suratını Sfenks üzerine koydurttuğu. Yunancadaki ismi Chepren (Kefren) olan Khafra, Giza’nın Büyük Piramidini de inşa ettirdiği düşünülen kişi. Ancak birçok kaynak bu firavunu Khufu olarak gösteriyor.

Sfenks.

Diğer yandan, West ve ekibi sırf geleneksel olduğu için kabul edilen bu düşüncenin gerçekle alakası olmadığı görüşündeydi. Zaten Chepren’in heykeli ile Sfenksin profiline bakıldığında, ikisi arasında belirgin bir benzerlik olmadığı görülüyordu. West bu konuda kendisine yardımcı olması için NYPD’de (New York Polis Teşkilatı) görevli olan ve her gün yüzlerce yüz üzerinde çalışan dedektif Frank Domingo’dan yardım istedi.

26 senelik iş tecrübesi ile Domingo, o dönem ABD’de zanlıları teşhis için kullanılan yöntemi geliştirmişti. Domingo, Mısır’a gelerek Sfenks üzerinde çalışmaya başladı. Çalışmalarında ağırlıklı olarak 1902’de kurulan ve dünyadaki en çok Mısır antik eserlerini bulunduran Kahire müzesinden yararlandı. Domingo, müzede Chepren’in en temiz büstünün polis prosedürlerinde uygun profilden ve önden fotoğraflarını çekti. Ayrıca yüzün kendine has açıları, ağız, göz gibi organların birbiri ile yaptığı tüm açılar heykelin üzerinde ölçüldü. Eğer Sfenks Chepren’in suratı ise, bu açıları ve yüzdeki benzerlikleri göstermesi gerekiyordu.

Firavun Kefren.

Brooklyn müzesi yetkilisi profesör John Romero, West ve ekibinin yaptığı bu araştırmaya da anında bir anti tez sürüyor: “Antik heykellerin birçoğunun müthiş simetrik ve yüzlerin sağ ile solunun arasında hiçbir fark olmadığı kabul edilir, ancak bu aslında yanlış bir bilgidir. Eğer sağ ile solu tıpatıp benzeyen bir heykele rastlarsanız, aslında bu sahtedir. Çünkü Mısırlılar çok kurnazlardı ve yüzün sağ ile sol tarafı arasında organların milimetrik olarak daha uzun ya da kısa olduğunu biliyorlardı. Eğer elinize bir heykel alırsanız bunun doğru olduğunu görürsünüz.

Frank Domingo: “Sfenkse baktığınız zaman yüzün alt kısmının daha ileri olduğunu görürsünüz. Bu Chepren’in heykelinde olmayan bir şey. Çene kısımları birbiri ile uyuşmuyor. Ayrıca Sfenksin suratı daha çok bir kareyi andırırken, Chepren’in suratı oldukça oval. Dahası, Sfenksin ağzı daha uzun iken, Chepren daha küçük bir ağza sahip. Sfenksin gözleri de tıpkı ağızda olduğu gibi Chepren’in gözlerinden daha büyük.

Karşılaştırma analizleri ne gösterdi?

Domingo temel analizleri yaptıktan sonra araştırmayı sonuçlandırmak için New York’a dönüyor. İlk olarak yüz hatlarının şeklinin çıkarılması gerekiyor. Bu aşamada, Sfenksin hasar görmüş suratı işleri biraz zorlaştırıyor. Ancak Domingo uzmanlığı ile iki görüntüyü birbiri ile karşılaştıracak şekle getiriyor. Çene hatları, gözlerin dış kısmı ve burnun kenarları ele alınıyor. Domingo, iki yüzü önden karşılaştırdığı zaman çok belirgin farklılıklar görüyor. Ardından iki yüz profilden karşılaştırıldığında kesin sonuç ortaya çıkıyor.

İlk olarak profiller üzerinde çenenin uç noktasında birleşecek şekilde apsis ve ordinat çiziliyor. Ardından, bu kesişimin noktasından, her iki yüzün gözlerinin yanak tarafına bakan sınırına bir çizgi çekiliyor. Arada çok büyük bir fark oluşuyor. Chepren’in suratında oluşan açı 14 derece iken, Sfenkste bu tam 32 derece, yani iki katından bile fazla. Çenenin uç noktası ile çizginin çekildiği gözün bitim noktası işaretlenerek profiller çene noktaları üzerinde birleştiriliyor. Bu şekilde açının yarattığı fark açıkça görülüyor. Ardından gözlerin üzerindeki noktalar birleştiriliyor çeneler arasındaki uyumsuzluk iyice ortaya çıkıyor. Domingo’nun ilk tespitinde yaptığı gibi, Chepren’in çenesi ile Sfenksin çenesinin alakası yok.

Zulu efsanesi gerçek olabilir mi?

Domingo, sonucunu açıkladığı konuşmada, tüm açılar ve ölçümler ile karşılaştırıldığında Chepren’in Sfenksin suratı ile benzerlik taşımadığını söylüyor. Peki surat kimin?

Bazı araştırmacılar Sfenksin sahibinin Afrika kökenli biri olduğunu ileri sürmüştür. Zuluların tarihi ise daha ilginç detaylarla doludur. Zulu kabilesi Kuzey Afrika sulak bir alan iken bu bölgeyi ele geçirmiş, ancak sonradan çöle dönüşen bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Domingo bu görüşü savundu. Çünkü onun bilgilerine göre Sfenks tipik Afrikalı yüz hatlarını gösteriyordu. New York Times gazetesi 1992 senesinde Domingo’nun yaptığı araştırmayı detayları ile yayınladı.

Sonuç olarak, Sfenksin bir Mısırlı krala değil de, siyahi bir Afrikalı kral ya da kraliçeye ait olabileceğine ait bulgu belirdi.

Dilbilimci ve yazar James Hurtak çok ilginç bir açıklama yapıyor: “Zuluların tarihine ait efsane ve hikâyeler, bu kabilenin başlangıcının Mars gezegenine uzandığını anlatır. Efsaneye göre Mars’ta büyük bir savaş yaşanıyor ve Zulu kraliçesi bir uzay gemisi ile dünyamıza gönderiliyor. Kraliçe dünyaya akıllı varlıkların, ya da meleklerin kullandığı, ulu araç/gemi anlamına gelen Merkeva ile dünyamıza geldi ve insanlığın ilk anıtlarını temsil ettiler.


Giza Piramitlerinin ve Sfenksin sırları: Sfenks kaç yaşında?

Mars’ın yüzeyindeki Cydonia adlı bölgenin Giza Piramitleri ve Sfenks ile benzerliğinin ortaya çıkarılması, Sfenksin ve piramitlerin gerçekte inşa edenler ve bu yapıların tarihi hakkına büyük soru işaretleri uyandırmıştı. Yıllarca süren mezar kazma ve fantezi-hayal karışımı piramit araştırmalarından sonra, gerçek bilgi peşinden koşan bir Mısırbilimci olan Anthony West, piramitler ve Mısır hakkında tarihin içinde sakladığı hakiki bilgilere ulaştı.

Mısırlılar kimden ilham almıştı? Tarih bunun cevabını uzun süre veremedi, halen de bu bilinmiyor ancak artık gerçeklere ait birçok bilgi gün ışığına çıkarılmış durumda. Büyük Piramit ve Sfenks, Kahire’den 10 km mesafedeki Giza Platosunda bulunuyorlar. Sfenks yaklaşık 74 metre uzunluğunda ve 19 metre yüksekliğinde. Tek bir parça halinde, kireç taşından oyulmuş bir yapı. Aslan ve insan karışımı bir yüze sahip olan Sfenks, günün ilk ışıklarını karşılamak için Doğu’ya bakacak şekilde inşa edilmiş.

Giza platosundaki ikinci piramidin ve Sfenksin 4500 yıl kadar önce inşa edildiği düşünülüyordu. 20’nci yüzyıla kadar boyundan aşağı kısmı kum yığını altında kalan Sfenks tarih boyunca defalarca restore edilmek ve gün ışığına çıkarılmak zorunda kalındı. Ancak bu yapının ne zaman ve kim tarafından yapıldığına dair kesin bir kanıt bulunamadı.

Sfenks’in 19’uncu yüzyılda çekilen bir fotoğrafı.

John Anthony West, Mısır’da geçirdiği 15 sene boyunca piramitler, Sfenks ve tapınaklar üzerinde araştırmalar yapmış olan Fransız matematikçi Schwaller de Lubicz’in çalışmalarına büyük önem verdi. Schwaller, çalışmalarında Sfenksin aslında sanıldığından çok daha eski olduğunu ve gövdesindeki doğal erozyonun çöl fırtınaları yüzünden değil sudan, yani yağmurlardan kaynaklanmış olduğunu savunmuştu. 1960’ların başında ölen Schwallar’ın bu teorisinden çok etkilenen West, seneler boyunca otorite kabul edilen Mısırbilimcilerinin tamamen yanlış olan görüşünü yıkmaya karar verdi.

Doğal erozyonlar için genelde iki seçenek bulunur. Bunlar fırtına ve yağmurdur. Ancak Giza platosuna en son yağmurun 9–10 bin sene önce yağdığı düşünülüyor. Bu tarihin 6,200 yıl öncesine kadar uzadığı da öne sürülüyor. West,  bu bilgiyi dikkate aldı ve Sfenksin en az 9 bin senelik olduğunu öne sürdü. Bunu kanıtlamak içinde gözle rahatça görülen ancak oluşum sebebi kanıtlanması gereken erozyonu açıklaması adına yardım bulması gerekiyordu.

West birçok uzmanın kabul etmediği görüşlerini ele almak için Boston Üniversitesinde çalışan jeolojist ve jeofizikçi Robert Schoch’a başvurdu. Schoch ve West, Mısır bilimcilerinin yaptıkları gibi anıtlara değil, bu yapıların yapılmış oldukları taşlara bakarak işe başladılar. Ancak ikili eski kafalı birçok Mısırbilimcisinin saldırısına uğradı. Sebebi ise kanıtlandığı ve özellikle Mısır uygarlığına ait olduğu düşünülen bilgilerin değiştirilmek istenmesiydi.

Sfenks ve diğer yapılar arasında bir farklılık vardı: Sfenks dışındaki tüm yapılar toz ve çöl fırtınası erozyonuna uğramışlardı ancak Sfenks’te gözüken bir su erozyonuydu. Schoch için gerekli olan bilgi de erozyon sebebiydi çünkü bu taşların yaşını belirten bulguydu. Bir rüzgâr erozyonunda ortaya çıkan etki, rüzgâr taş blokların yüzünü dövdükçe daha güçsüz olan taş blokların içlere doğru erimesi, güçlü olan blokların ise etkilenmeden şekillerini korumasıydı. Yani rüzgar erozyonu sonucunda bir taş blokta tırtıklı bir şekil oluşacaktı. Bu tür erozyon Sfenks ile aynı maddeden, kireç taşından yapılmış birçok yapıda görülüyordu.

Yağmur erozyonu.

Ancak Sfenks için durum farklıydı. Su erozyonu rüzgâr erozyonuna göre çok değişik bir etki yapıyordu. Tepeden taş blokların üzerine yağan yağmur, su birikintisi halinde taş blokların kenarlarından akıyor, böylece en tepeden en aşağıya doğru dıştan içe bir erime gerçekleşiyordu. Sonuç olarak yukarıdan aşağıya kıvrımlı katmanlar beliriyordu. Su birikintilerinin oluşturduğu yarıklar da açıkça seçiliyordu. İki erozyon türü arasında belirgin bir fark vardı çünkü rüzgâr erozyonu yanlamasına bir erime sağlarken, yağmur erozyonu tepeden aşağıya bir erime yaratıyordu.

Giza platosunda yağmur erozyonu etkisini gösteren tek yapı Sfenks ve etrafını çevreleyen duvar. Aralarında üç futbol sahası kadar mesafe bulunan Sfenks ile Firavun Debehen’in mezarları iki tür erozyonu açıkça ortaya koyuyor: Mezarlık toz fırtınası erozyonu ile açıkça yanlamasına tırtıklı biçimde şekil almışken, çok yakınında bulunan Sfenks tamamen farklı, tepeden aşağı kıvrılarak ve yarıklar çizerek inen bir erozyon şekli gösteriyor. Bu iki yapı birbirlerine bu kadar yakın ve binlerce seneden beri varken, bu farklılık neden? Oysa Mısır bilimcilerine göre yapıldıkları tarihler çok yakın. Ortaya koydukları gerçekçi yaklaşımlara rağmen West ve Schoch karşıt görüşlüler tarafından gözardı edildiler.

Sfenks duvarı.

Schoch ilk olarak Sfenksteki erozyonun Giza’ya sadece birkaç km uzaklıkta bulunan Nil nehrinin taşmasından kaynaklanabileceğini düşündü. Ancak eğer böyle olsaydı, sadece nehrin sularının ulaştığı yükseklikteki kayalar erozyona maruz kalacak ve bugün olduğu gibi en üstteki değil, en alttaki taş bloklar en içeride olacaklardı. Ayrıca, Sfenksin dış yüzeyindeki taş bloklar aşağıda daha yumuşak, tepelerde daha sert. Ancak bugün görülen en tepedeki taş blokların daha içeriye geçmiş halleri, kesinlikle tepeden gelen ve binlerce yıl süren su akışının belirtileri ki, bu da tabi ki yağmur demek.

Schoch, Sfenks’in bugün aşınmış olan dış yüzeyinin birçok araştırmacının savunduğu gibi kötü hava koşulları, hava kirliliği ve asit yağmurları ile alakalı olmadığını, asıl ele alınması gereken faktörün belirgin erozyonu binlerce sene içinde oluşturan antik hava olayları olduğunu belirtti. Sadece 20’nci yüzyıldan itibaren görülen kötü hava koşullarının belirgin bir yağmur erozyonu yaratması mümkün değil.

Yağmur ne zaman yağdı?

Schoch, Sfenksin bir yağmur erozyonuna maruz kaldığına emindi. Ancak ne zaman yağmur yağdı? Wisconsin Üniversitesinden iklimbilimci John Kutzbach bu sorunun cevabını araştırdı. Kuztbach, Kuzey Afrika’nın 10 bin sene önce göllerle kaplı yeşil bir arazi olduğunu ancak günümüzde bir çöl halini aldığını söylüyor. Kuztbach bilgisayar simülasyonları ile 10 bin sene öncesinin hava durumunu inceliyor ve elde edilen bulgular gerçeklerle uyuşuyor.

West ve Schoch, buradan yola çıkarak Giza bölgesinde eskiden su varlığı olduğunu ispatlayacak başka kanıtlar aramaya başladılar. Schoch, Sfenksin güney dış duvarı üzerinde yaptığı araştırmada, tepeden aşağıya doğru akan yağmur sularının yaratacağı türden yarıklar buldu. Bu yarıklar yağmur suyunun aşağıya doğru akarken taş blokların daha yumuşak olan kısımlarını akıntı ile alıp götürmesiyle oluşmuştu ve Schohch’a göre yağmurun kesin kanıtıydı. Schoch ayrıca, dış duvarın bir profilini çıkarttı ve taş blokların tepede aşağıya doğru içerdikleri katmanların sağlamlıklarını belirledi. Buna göre en aşağıda bulunan katmanlar daha dayanıksız, tepelere doğru olan katmanlar ise daha dayanıklı çıktı. Sfenksin dış duvarına bakıldığında, en aşağıdaki katmanların en içeri kaçan katmanlar olduğu görülüyor. Ancak aynı zamanda, en tepedeki ve en sağlam olan katmanlar en fazla yontulmuş olanlar. Bunun sebebi ise en sağlam katmanlar olmalarına rağmen yağmuru en fazla üst cephenin görmesi. Oysa aşağıdaki katmanlar ağırlıklı olarak akan suyun etkisi ile erozyona uğramışlar.

Sfenks duvarının Schoch tarafından çıkarılan erozyon grafiği.

West ve Schoch, topladıkları deliller ile Sfenksin bilinenden en az iki kat daha yaşlı olduğunu, yani 4,500 değil, en az 9,000 senelik olduğu bilgisine iyice yaklaştı. İki araştırmacı 90’ların başında ABD’de davet edildikleri bir konferansta jeoloji ile Mısırbiliminin çelişmesinden doğan tartışmaya itildiler.

Mısırbilimci Profesör James Romano, şu mantıklı açıklamayı yapıyordu: “Elinizde bir uygarlık var. Bu uygarlık Sfenks gibi yapılar inşa ediyor ve bu yapının başını geleneksel olarak kullandıkları başlık olarak tasarlıyorlar. Birkaç bin yıl boyunca bu böyle devam ediyor ve sonra bitiyor. Aradan bir ya da iki bin yıl geçtikten sonra tekrar başlıyor. Peki bağlantı nerede? Bu uygarlığı sonradan geldiği noktaya taşıyan şey neydi? Birbirine tam olarak paralel iki kültürün aynı noktada ortaya çıktığını mı düşünüyorsunuz (Yani Sfenks’i inşa edenlerle sonradan piramitleri ve tapınakları yapanlar olarak)? 3–4 bin yıl ara ile böyle bir şeyden bahsetmek bir Yıldız Savaşları bölümünü anlatmak gibi bir şey. Bu böyle gerçekleşmiş olamaz. Kültürler doğrusal bir şekilde gelişim gösterirler. İnşa edilen tüm yapıların gösterdiği teknolojik ve sanatsal gelişim o kültürlerin gelişimi ile değişir. (West ve Schoch’un) Önerdikleri gibi bir teorinin gerçek olabilmesi için aynı bölgede bir A kültürünüz, bir de B kültürünüz olmalı. Arada da binlerce senelik boşluk. Ve bu en basit şekilde böyle işleyemez.

The legendary Sphinx is much more than just a monument in Giza
Sfenks ve Büyük Piramit.

West ise şunları söylüyor: “Bizim bildiğimiz evrim teorisi bir döngü şeklinde işliyor ve salak mağara adamından hidrojen bombası ve diş macunu üreten akıllı varlıklar haline geliyoruz. Mısır’a baktığımızda bu akla gelebilir ancak Sfenks için farklı olan şey, bu çok büyük taş bloklardan oluşan yapının çok gelişmiş bir uygarlığın ürünü olması gerektiği. Bu durum Sfenksi yapmış olduğu düşünülen uygarlık ile Sfenksin kendisi arasında büyük bir zıtlık yaratıyor, çünkü bu yapıyı yapabilmek çok üstün bir uygarlık gerektiriyor.

Sonuç olarak tartışmalar büyüdü ve Mısırbilimciler ile Schoch ve West’in de arasında bulunduğu diğer araştırmacılar 1992 senesinde Chicago’da düzenlenen bir konferansta yüz yüze geldiler. Tarihçi Paul W. Roberts konferans hakkında genel düşüncelerini şöyle belirtiyordu: “West gibi adamlar birçok akademisyenin en büyük kâbusudur. Bu tür adamlar bir anda belirip gerçekten çok iyi kanıtlarla desteklenmiş bilgileri, güzelce hazırlanmış bir şekilde sunuyorlar ve bir anda ayaklarınızın altındaki kayayı çekiveriyorlar. Peki bu durumla nasıl başa çıkıyorlar? Tabi ki reddederek. Eğer West’in adının yanında akademik statüsünü belirten sıfatları olmasaydı alacağı saldırı çok daha yüksek olacaktı ve kendisini savunmakta zorluk çekecekti.

Erozyona uğramış Sfenks duvarı. [John Anthony West]

Sfenks üzerinde o dönem uzman kabul edilen Chicago Üniversitesi’den Profesör Mark Lehner konferansta şunları diyor: “Eğer Sfenks gerçekten belli bir zaman dilimi boyunca yağmur erozyonuna uğradı ise bunun kesin delili olmalıdır. Evet, çizilmiş profiller ve bazı resimler gördüm ve bunu savunan kişiler var ancak ben yeterli bir veri göremedim. Eğer Sfenks çok daha önceki bir dönemde başka bir uygarlık tarafından inşa edildi ise bu uygarlığa ait olan kanıtlar nerede? Bana bu döneme ait herhangi bir kanıt, bir heykel, eşya, arkeolojik alan gösterin.

West ise buna şöyle karşı çıkıyordu: “Sırf Macellan gibi dünyanın çevresini dolaşamadık diye halen dünyanın düz olduğuna inanmak kadar anlamsız bir şey bu. Eğer Sfenks tahminimizden çok daha önceki bir zamana aitse bu döneme ait bazı şeyleri bulmayı düşünürsünüz. Ancak zamanla bölgenin değişen coğrafyası ile bu uygarlığa ait kalıntılar hiç bakmayı akıl edemeyeceğiniz yerlerde olabilir ve oralara bakmalısınız. Mesela o dönemin sularla kaplı bir coğrafya içerdiğini düşünürsek bakılması gereken yer Akdeniz’in kendisi olabilir. Benim bakmayı akıl edeceğim ilk yer Nil ovası olacaktır. Nil nehrinin ulaşılması zor olan katmanları araştırılıp bu tür bir yapıyı yapabilecek uygarlığın kanıtları aranabilir.

Bu görüşü destekleyen kanıtlar Nil nehri etrafında inşa edilmiş tapınaklarda görülebiliyor. Schoch’un araştırdığı iki tapınaktan biri, diğerine çok yakın olmasına rağmen diğerinde tam 15 metre derinlikte bulunuyor. Diğer tapınak gün ışığında dururken, daha derindeki tapınağın kazılarak ortaya çıkarılması gerekmiş. Schoch’a göre bunun nedeni binlerce sene boyunca Nil nehrinin taşması ile oluşan sellerin taşıdığı çamur, toz ve kalıntıların bu tapınağın üzerini kapaması. Yaklaşık 1,300 yıl önce yapıldığı düşünülen bu tapınaklardan Nil nehri seviyesi altında olanının bu tarihlerde yapıldığına dair hiçbir kanıt yok. Bu yüzden West, firavun Birinci Seti döneminde yapıldığı düşünülen bu tapınaklardan daha alçak seviyede olanının 1,300 değil, çok daha eski olduğuna inanıyor.

Sualtında kalan tapınak.

Ele alınan tapınak taş yatağı içine oyulmuş çok büyük bir çukurun içine inşa edilmiş gibi gözüküyor. Bu mimari ise eski Mısırlıların tapınak mimarisi ise kesinlikle uyuşmuyor. Ayrıca tapınaktaki kalıntılar diğer Mısır tapınakları ile de benzerlik göstermiyor. Kapı görünümü oluşturan üç taş bloğun yan yana dizilmesi ile ortaya çıkan sur gibi dizeler, bir tek Sfenksin ovasında bulunan tapınakta görülüyor. Bu da dikkat çekici bir benzerlik. Yani Sfenksi yapanlar bu tapınağın asıl sahipleri olabilir mi?

Ele alınacak bir diğer ilginç yapı Firavun Sakkara’nın dönemine ait olduğu düşünülen ve Sfenks kadar eski olduğuna inanılan basamak piramidi. West bu yapıdaki çamur taş bloklarını ele alıyor. Eğer bu piramidin Sfenks ile aynı dönemde inşa edildiğini, yani milattan önce 3000’li senelere denk geldiğini varsayarsak, neden Sfenks’teki gibi ağır kireçtaşı bloklar kullanılmadı? İki yapı arasında da sadece 16 km mesafe var. Ve iki yapı da aynı döneme aitse, ikisi de yağmura maruz kalmalıydı. Eğer basamak piramitteki çamur tuğlalar Sfenks gibi yağmura maruz kalmış olsaydı, binlerce senelik yağmurun etkisi ile piramidin çokça bozulması gerekirdi. Kısaca, çamur tuğlalardan yapılmış olan basamak piramit ile kireç taşından yapılmış olan Sfenksin aynı döneme ait olmaları aslında olası değil.

Step Pyramid of Djoser in Saqqara
Basamak piramidi.


XX – Roswell’in perde arkası: Kozmonot ve astronotların gizli dosyaları – 2

25 Şubat 1995 tarihinde NASA Select kanalı tarafından yayınlanana “Thether Incident” ise geçmişten kalan dikkat çekici bir olay. NASA STS–75 görevinde yapılan deneyde, ana girdisi 20 km uzunluğunda elektrik akımı iletebilen bir kabloyu uzaya fırlatıldı. Kabloya kısaca elektromanyetik kablo (electromagnetic tether) adı verildi. Kablonun amacı Dünya’nın biyosferinde ve manyetik bölgelerinden elektron toplamaktı. Başarılı olması halinde kilometre başına birkaç yüz voltluk enerji depolayabilecek, böylece atmosferden enerji toplanabilecekti. Ancak elektromanyetik kablonun tek faydası bu değildi. Bir uzay üssüne monte edilebilen devasa kablo, elde ettiği güç ile bağlandığı üssün zıt yönüne bir itme gücü yaratacaktı. Kısaca, uzay üssünün yörüngesini değiştirmesini ve hareket etmesini sağlayacaktı. Bu da roket benzini kullanmaya gerek kalmayacağı anlamına geliyordu. Eğer bu harika teknoloji deneyden başarılı çıksaydı, uzay üsleri için her 10 senede harcanan ortalama 2 milyar dolarlık yakıttan tasarruf edilebilecekti.

25 Şubat günü, elektromanyetik kablonun fırlatıldığı biyosfer ve manyetik alan bölgesindeki yanlış hesaplanmış enerji miktarı ve radyasyon yüzünden, kablo beklenenden 2–10 kat daha fazla enerji ile yüklendi. Enerji üretmesi sonucu iletken kısmı yanarak koptu. Uzay üssü ile bağlantısı kaybolan 20 kilometrelik 100 milyon dolarlık kablo, uzaya doğru ilerlemeye başladı.

STS-75 mürettebatından Andrew M. Allen ve Scott J. Horowitz canlı yayın esnasında görülüyor.

Uzay üssü anında NASA’ya durumu iletti. Üsteki kameralar tamamen kabloya odaklanmış halde çekimlerini sürdürdüler. Belli bir süre sonra elektromanyetik kablo uzay üssünden 124 km uzaklığa erişti. O andan itibaren, kablonun etrafında sayılamayacak kadar çok, hareket eden ve belli bir şekle, görünüme sahip cisimler belirdi.

Bu cisimler açıkça hızlanıyor, yavaşlıyor, manevra yapıyor ve parlaklıkları değişiyordu. Kablo Columbia Uzay Mekiği’nden 130 km uzaklığa eriştiğinde cisimler iyice belirginleşmeye başladı. Kablonun üzerinden, arkasından, sağından-solundan geçen cisimlerin görüntüleri net bir şekilde belli oluyordu:

Canlı yayında NASA’dan bir yetkili, uzun bir çizgi gördüklerini ve yıldıza benzer şeylerin bu çizginin etrafında hareket ettiğini belirtip, uzay üssündeki astronotlardan açıklama istedi. Astronotlardan bir tanesi çizginin kablo olduğunu, etrafındakilerin de bir çeşit uzay enkazı ve ışık oyunu olduğundan bahsetti.

Bu olay Kuzey Afrika’nın batı kıyı bölgesine denk gelen koordinatlarda gerçekleşti. Kablonun uzunluğu 20 km ve uzay üssünden de uzaklığı yaklaşık 80 mil olduğu için yetkililer görülen cisimlerin çaplarının yaklaşık 4.8 km olduğunu öngördüler. Zamanla kablo iyice uzaklaşmaya başladı ve 160 km mesafeye ulaşarak gözden kayboldu. Kameralar maksimum yakın çekime geçtiğinde, bir çubuğun etrafında gölette yüzen larvalar gibi çok sayıda cisim olduğu görülüyor.

STS-80 görevine ait ilginç görüntüler

1996 yılında düzenlenen STS-80 görevinde Columbia Uzay Mekiği’nin Afrika üzerinde çektiği görüntüler de oldukça ilginç. Görüntülerde tanımlanamayan cisimlerin belli bir düzene girdiği görülüyor. İlk olarak çok saydam gözüken büyük bir cisim Dünya yörüngesine doğru alçalmaya başlıyor. Ardından iyice küçülüyor ve aydınlığını kaybediyor. Zamanla 8–10 tane daha cisim daire oluşturacak şekilde Dünya yörüngesinde konumlanıyor. Son olarak, devasa bir cisim ötekilerin ortasına konumlanıyor. Sonrasında tüm cisimlerin parladığı görülüyor.

Aynı görevde çekilen bir diğer görüntü, aniden yükselen bir tanımlanamayan cisme ait:

Dünyanın yörüngesinde gerçekleşen ve uzay mekikleri tarafından görüntülenen bu olayların, meteor, kuyrukluyıldız veya uzay enkazı göstermediği kesin. Özellikle belli bir düzende hareket ettiklerini gösteren görüntüler, akıllı varlıklara işaret ediyor olabilir.

Buz kristalleri.

Nebraska Üniversitesi’nden Profesör Jack Kasher, elektromanyetik kablo görüntülerindeki cisimlerin aslında buz kristalleri ile benzerlik gösterdiğini, mekiğin ateşleme sistemi ile hareket etmesi halinde kristallerin hareket edeceğini belirtiyor. Ancak “Tether Incident” görüntülerindeki cisimlerin kristal olamayacağını, bir buz kristalinin o yönde o hızda hareket edebilmesinin mümkün olmadığını da belirtiyor.

Kasher, buz kristallerinin manevra yapamayacak olması ve o şekilde hızlanıp yavaşlamasının mümkün olmaması yüzünden olasılık dışı kaldığını, ayrıca görülenin bir meteor da olamayacağını belirtiyor. Çünkü meteorlar yön değiştiremiyorlar. Bunların dışında bir uzay mekiği ya da aracının da o tür bir hızda bir manevra yapabilmesi mümkün değil. Kasher tartışmayı açık uçlu bıraksa da, görütülerdeki cisimlerin buz kristalleri olduğunu savunan bir isim, geçmişte NASA’da çalışmış olan mühendis James Oberg.

Bir diğer vaka: STS-48

Oberg, Eylül 1991’de Discovery Uzay Mekiği ile gerçekleştirilen STS-48 görevinin görüntüleri hakkında rapor yazmış bir isim. Görüntüler, ufologlar tarafından ‘bilinen en ilginç UFO hadiselerinden biri’ olarak tanımlanıyor:

Kasher, her astrofizikçi gibi geniş bir görüş açısına sahip. 2011’de yayınlanan bir röportajında, “Dünya ile aynı yaşta veya biraz daha yaşlı bir gezegenden bizi ziyarete gelebildiklerine göre çok uzun mesafeler kat edilmesini sağlayacak yöntemi keşfetmiş olduklarını” söylüyor.

NASA, Tether Incident’ın yaşandığı 1996’dan itibaren uzay mekiği görevlerindeki canlı yayınları sonlandırdı. NASA’nın bazıları tarafından kesin olarak görülen UFO varlığı hakkında neden açıklama yapmadığı birçok teoriye sebep oldu.

Bir tanesi, korkutucuydu: Belki de atalarımız olan Marslılar bir zamanlar Dünya dışı bu varlıklara rastlamış ve yok olmuşlardı…

XIX – Roswell’in perde arkası: Kozmonot ve astronotların gizli dosyaları – 1

NASA ve Roscosmos’un uzay keşfinde elde edilen tüm bilgileri kamuoyu ile paylaşmadıkları genel bir kanı. Bu şüpheyi en çok destekleyen faktör, bugüne dek Dünya dışı varlıklarla bağlantılı bilgiler paylaşan eski astronot, kozmonot ve bilim insanları.

1961’de Yuri Gagarin’in uzaya çıkan ilk insan olması ile ABD-Sovyet Rusya uzay çekişmesi doruğa çıktı. Ancak 1969’da Ay’a çıkılması ve ardından Mars keşiflerinin yapılması ile uzay keşfi mücadelesi bir yarışma olmaktan çıktı mı? Çünkü bırakın Mars’ın sırlarının keşfini, UFO’larla olan karşılaşmalar daha ilk uzaya çıkma deneyimi ile başlamış oldu. Uzaya çıkan ilk insan Yuri Gagarin, Dünya’ya döndükten sonra, “O şeylerin gerçek, var olduklarını biliyorum, yapabildikleri şeyler inanılmaz, eğer bana izin verilirse onlar hakkında konuşurum” dediği iddia edilmiştir.

yuri gagarin wikipedia ile ilgili görsel sonucu
Yuri Gagarin. [Wikipedia]

ABD’li pilot ve kozmonotların UFO kâbusu da 1960’ların başlarında başlar. O zamanın teknoloji harikası X–15 Roket jetleri ile test uçuşları yapan pilotlar, maksimum 7,274 km hız yapabilen bu uçaklar ile UFO’larla karşılaştıklarını belirtirler. X–15 pilotluğu yapmış, ardından da Gemini ve Mercury uzay araçları ile uzaya çeşitli görevler için gönderilen Gordon Cooper, Amerika’nın UFO’lar hakkında bir şeyler açıklamaya çalışmış asi astronotlarından biridir. Cooper gördüklerini kabul ettirmekte o kadar ısrarlıydı ki bir gün BM’ye mektup yolladı ve UFO’lar konusunda çalışması yapılması gerektiği önerisinde bulundu. Bu mektup, Cooper’ın verebildiği son bilgi oldu.

Cooper aniden sessizliğe büründü ve bir daha hiçbir açıklama yapmadı. Birçok araştırmacı ise o ve onun gibi birçok astronotun, kendilerini uzaya keşif yapmak için gönderen NASA tarafından susturulduklarına emindi. Amerika’nın en önde gelen tecrübeli ufolojistlerinden Robert O. Dean, NASA’nın kendi yetiştirdiği astronotları tehdit etmesinin bir utanç olduğunu belirtmişti. 2018 yılında vefat eden Dean, 2009’da Barcelona’da katıldığı bir seminerde NASA’nın gizlediği iddia edilen spesifik UFO gözlemleri hakkında bilgi vermişti.

gordon cooper ile ilgili görsel sonucu
Gordon Cooper. [NASA]

İkinci Dünya Savaşı’nın ardından ABD’de UFO ihbarlarının fenomen haline gelmesi ve Project Bluebook gibi kapsamlı bir araştırmanın yürütülmesine kadar büyümesi, anlaşılacağı gibi NASA’yı kaçınılmaz olarak olayların ortasına itiyordu. Haliyle, uzay ajansı amacına odaklı görev yapmayı sürdürdü ancak birçok bilgi gizlediği, hatta Dünya dışı varlıklara ait teknolojileri sakladığı bile öne sürüldü.

Araştırmacı Dr. Richard Haines’e göre, elindeki sırları saklamak isteyen NASA’da zamanla paranoya belirdi. Sebebi, “elde edilen yüksek ürün teknolojiyi kendilerine saklamak, olabildiğince gizli tutmaktı”. İkinci bir olasılık da, UFO’ların varlığını insanlara açıklamayarak onları koruyamayacakları bir gücün varlığından sakınmak, yani otorite kurmaktı. En son ve en güçlü olasılık ise bir silahın varlığı. Akla gelen ilk düşünce, söz konusu teknolojilerin Roswell kazası veya benzer olaylarda ele geçirildiği iddia edilen UFO’lardan alınan teknolojiler ile geliştirildiği. Kısaca UFO’ların ve uzaylıların varlığını reddetmek, aslında bu alanda elde edilen inanılmaz bilgi ve teknolojinin korunması için yapılan bir yöntem olabilir.

[Project Bluebook]

Ufolog Robert Dean, NASA’nın saklamaya çalıştığı bilglerin kendisinin NATO’da 1960’larda görev yaparken rastladığı türden olduğunu ve uzaylılara ait çeşitli “eşyaları” temsil ettiğini belirtti. Dean, 1963’te Paris’e geldiğini, Müttefik Gücünün En Yüksek Merkezine atandığını, 1961’de çalışılmasına başlanmış olan bir projeyi yürüten komisyona dahil edildiğini anlatıyor. Yapılan çalışmanın sebebinin “ABD’nin Rusya ile en az bir 10–15 defa savaşa girme durumuna düşmüş olmasından kaynaklandığını” belirtiyor. Dean bunun sebebinin, o senelerde Rusya üzerinde çok sayıda, metalik, oval şekilli ve yüksek kapasiteli cismin uçmasından ve Rusların bu cisimleri ABD’nin bir oyunu zannetmesinden kaynaklandığını belirtiyor. Ancak aynı zamanda, ABD bu cisimleri Rusların geliştirdiği bir teknoloji sanıyor. Dean bu cisimlerin alçaktan ancak çok yüksek bir hızda uçtuklarını belirtiyor ve sözlerini şöyle bitiriyor: “Bir süreden sonra hem biz, hem de Ruslar bu cisimlerin sahip olduğumuz teknolojiden çok daha üstün olduğunu anladık. Peki bunlar kimdi?

Dean’a göre hükümet UFO’ların sürekli gözlemlendiği bu olaylardan dolayı, onları kullanan her kimse dünyayı rahatlıkla yok edebilecek güçte olan kimseler olduğunu fark etmişti. Dean, son 50 senedir insanlıktan bu konuda birçok bilgi saklandığını söylüyor.

[Project Bluebook]

Dean’ın dedikleri, ufoloji alanında araştırma yapanların rastladığı bilgi ve ipuçları ile uyuşuyor: NASA ve önde gelen devletler, uzaya çıkılmadan önce UFO’ların varlığından haberdardı. Yani, uzaya çıkılacağı zaman ne ile karşılaşacaklarını biliyorlardı. Seneler boyunca astronotların karşılaştıkları her UFO, uzaylı cisim ve uzaylı varlığın bilgilerini sakladılar. Mars’ın yüzeyinde keşfedilen yapılar da bunlardan bir tanesiydi. 1976 senesinde yapılan keşfin dışında, Kızıl Gezegen hakkında sonraki uzay araçlarının elde ettiği bilgiler kamuoyuna hiç ulaşmadı. Belki de kaza yaptığı, hasar gördüğü söylenen onca Rus ve Amerikan uzay aracı hiç hasar görmemiş, hepsi başarılı olmuştu? Dahası, 1960’ların başından itibaren bu iki ülkenin mücadele görünümü altında beraber çalışıyor olması da mümkündü.

Samantha Cristoforetti yörüngede ne gördü?

Cydonia görüntüleri hakkında en kapsamlı araştırmayı yapmış olan Stanley McDaniel, NASA’nın Cydonia hakkında çok önemli bilgilere sahip olduğunu, hiçbirini açıklamadığını, bilgi sunan araştırmacıların yaptıklarını da sürekli reddettiğini belirtti. McDaniel, Mars yüzeyindeki yüz resminin keşfedilmesisin ardından NASA’nın “bu görüntünün sadece ışık yanılması olduğunu savunan ikinci bir resmi elinde bulundurduğunu savunduğunu, ancak bunun bir yalan olduğunu” söylüyor.

Mars Observer uzay aracı ise başka bir tartışma konusu. Mars yörüngesine ulaştığı anda sinyallerinin kesildiği ve görüntü göndermeyi başaramadan uzayda kaybolduğu söylenen araç, aslında bazı araştırmacılara göre hiçbir sorun yaşamadı ve görevini yaptı. Ancak NASA her şeyi sakladı (bu iddia inandırıcı olmaktan çok uzak, kabul etmek lazım). Dahası, sadece Mars’ta keşfedilenler değil, uzay istasyonlarında kaydedilen görüntüler de Dünya dışı varlıklara işaret ediyordu. Armstrong, Kovalyonok, Cooper ve Gagarin’den günümüze kadar kaç astronotun Dünya dışı varlıklara işaret eden görüntülerle karşılaştığını bilmek çok güç. Ancak yakın geçmişe ait bir video bu şüpheleri fazlasıyla güçlendiriyor.

İtalya’nın ilk kadın astronotu Samantha Cristoforetti, Rus kozmonotlarla iletişim halindeyken çekilen görüntüler (03:20’ye dikkat).

XVIII – Roswell’in perde arkası: İlk Mars keşifleri ve Cydonia – 2

Richard Hoagland ve ekibi, yaptıkları çalışmalar sonucunda Piramitlerin ve Sfenksin insanların ataları tarafından yapılmamış olabileceklerini ortaya koydu. Aslında birçok Mısır araştırmacısı Piramitlerin ve Sfenksin en az 10 bin senelik, yani insanlık tarihinin öncesine rastlayan yapılar olduklarını ortaya koymuştu. Hoagland ise kanıtları iyice güçlendirdi.

Cydonia’daki yüz ile Mısır’daki Sfenks arasındaki benzerlik bir tesadüf olabilir mi? Yoksa her ikisi de dünyamızdan olmayan akıllı varlıklar tarafından mı inşa edildiler? Bu noktada en büyük ipucu özellikle Sfenks üzerinde oluşan doğal erozyonun antik zamanlarda yaşanan yağmurlara işaret etmesi.

Cydonia’daki yapıların pareidolia değil ama gerçek olduklarını kabul edelim ve Mısır’daki yapılar ile arasındaki ilişkiyi düşünelim. Aklımıza ilk gelecek sorulardan biri, bunları inşa edenlerin aynı uygarlık (veya ilişkili uygarlıklar) olup olmadığı. İkincisi bu yapıları neden inşa ettikleri.  

Bu noktada bilim insanları Sfenksin özelliklerini ele alıyorlar. Sfenksin en bilinen özelliği yarı insan-yarı aslan bileşimi ifadesi, araştırmacılara ışık tutan ilk bilgi. Cydonia’daki yüzün sol tarafını sağ tarafın üzerine katlandığında, ortaya bir insan yüzü çıkıyor. Sağ taraf sol tarafın üzerine katlandığında ise Sfenks ile ‘Head’ arasındaki inanılmaz benzerlik ortaya çıkıyor. Çünkü beliren görüntü bir aslandan suratından başka bir şey değil.

Cydonia’daki yapıların başka bir benzeri İngiltere’de de bulunuyor. İngiltere’nin doğu batısında bulunan ve keşfedildiği tarihten beri sırrı çözülemeyen Stonehenge harabeleri yapbozun bir başka parçasını oluşturuyor.

Stonehenge harabelerinin çok yakınında, insan yapımı olduğu bilinen ama kim tarafından inşa edildiği bilinmeyen Silbury tepesi bulunuyor. Bu iki antik yapı, bir zamanlar bir kale olan Averbury’de bulunuyorlar. Bu yapılar Cydonia’daki yapılara büyük benzerlik gösteriyorlar. Bu benzerlikler detaylı geometrik araştırmalar sonucu elde edilen bulgular (yine de kesin bir yargıya varmak için yetersizler).

Averbury.

Akla gelen soru, Averbury’de bulunan yapılar ile Cydonia’daki yapıların, boyut, genişlik ve konum bakımından ne kadar benzediğiydi. Averbury halkası ile Cydonia’daki kraterin, Silbury tepesi ile Cydonia’daki piramidin ve iki bölgedeki diğer yapıların birbirlerine konumları ve mesafeleri karşılaştırıldığında mükemmel bir eşitlik sağlandı. Bu keşif, bu yapıların aynı ırka mensup akıllı varlıklar tarafından inşa edildiğine işaret ediyor olabilir mi?

Richard Hoagland bu noktadan sonra herkesin aklına gelebilecek olasılıkları anlatıyor. İlki, Dünya’da var olmuş olan çok ileri bir ırkın Marsa giderek bu yapıları inşa etmesi ve sonra da yok olmaları. İkincisi ise, uzayın bir köşesinden Güneş Sistemi’ne gelen ve sistemimiz hakkında bizim bilmediğimiz şeyleri keşfeden bir ırk bu yapıları inşa etti ve gelecekte Dünya’da var olacak insanlığa bir işaret bıraktı ( Sfenksin suratı insan-aslan. Oysa bunları yapanların ne insan olduğuna, ne de aslan gibi bir hayvanı bildiklerine ait bilgimiz yok).

Akla gelen en ilginç teorilerden biri, bir zamanlar yaşama tanık olduğu düşünülen Mars’ın üzerinde yaşadığı bir medeniyeti kendisini terk etmeye ve yeni bir gezegen bulmaya zorlaması. Yani Dünya. Belki de Marslıların devamıyız, ya da kökenlerimiz onlara dayanıyor. Peki Marslılar atalarımız ise neden bu devasa yapıtları yapma gereği duydular?

Hoagland’a göre, Cydonia çok önemli bazı bilgileri aktarabilmek için kurulmuş bir yerdi. Bu bilgi, inanılmaz bir fiziki bilgi içeren ve galaksinin bir tüm olarak nasıl işlediğini açıklayan bilgiydi. Bulunduğumuz galaksinin fiziki işleyişine dair kanıt sunan şeyler ise, Mars’ın yüzeyindeki ve dünyamızdaki yapıların muntazam geometrik konumları ve benzerlikleri.

Mars Global Surveyor ve Viking 1 ham fotoğraflarına bakmak isterseniz tıklayın.

Mars Yörünge Kaşifi (MRO) fotoğraflarında beliren yeni ve ilginç yapılara göz atmak isterseniz: 1,2,3,4,5.

Kozmik geometrinin sırrı ne?

Cydonia’daki yapılar üzerinde yapılan araştırmalar, yüzün ve piramitlerin, tam olarak Mars’ın kuzey yönüne değil ancak, spesifik bir açı yaratarak hafif yana dönük şekilde inşa edildiklerini ortaya koyuyor. Bu açı ise her yapıda tam 19,5 derece. Peki neden?

19,5 derece, Güneş Sistemi’nde ve Samanyolu Galaksisi’nde birçok gezegenin yörünge dönüş açısını temsil ediyor. Güneş Sistemi’nde ise Dünya’nın 11 katı olan Jüpiter’de bu gözleniyor. Jüpiter’in Dünya’dan daha büyük olan ve sürekli bir döngü içinde olan kırmız noktası 19,5 derece açıyla dönüyor. Çok büyük fırtınalar içeren bu delik benzeri nokta, sürekli olarak güneye 19,5 derecelik açı ile hareket ediyor. Araştırmacılar bu spesifik derecenin galaksideki birçok gezegenin coğrafik ve jeolojik özellikleri üzerinde geçerli olduğu düşünüyor.

Dünyamızda 70 milyon senelik geçmişi olan Hawai adasındaki Maua Lona yanardağı, gezegenimizin merkezine çok yakın bir yerde, tam 19,5 derece kuzeye eğimli konumlanmış durumda. Cydonia’nın varlığını savunanlar, bu bölgedeki piramidin barındırdığı geometrik bilgilerden yola çıkarak, piramidi inşa edenler ile Güneş Sistemi’ndeki her gezegen hakkında temel bilgi sahibi olduklarını savunuyor.

Hoagland’a göre, Cydonia’daki piramitleri inşa edenlerin, piramitlerin iç yapısında ve konumunda 19,5 derecelik açı yaratması bazı şeylere dikkat çekmeyi amaçlıyor. Piramitlerin şekli, yani geometride tetrahedron adını alan cisim önemli bir sırrı açığa koyuyor. Eğer bu cismi bir kürenin içine koyarsanız, işte o zaman saçlarınızı diken diken eden rakamlar elde ediyorsunuz. Eğer mükemmel bir piramidi, yani tetrahedronu, bir kürenin içine yerleştirirseniz, piramidin ayaklarının küre içine değdikleri enlemler kuzeye ya da güneye 19,5 derecelik açı yapıyor. Tüm bu rakamlar, Cydonia piramitlerinde keşfedilenler ile aynı.

NASA, 25 Eylül 1992 tarihinde ateşlenen Mars Observer uzay aracı ile Kızıl Gezegen’in yüzeyini detaylı incelemeyi amaçlıyordu. Mars Observer, yörüngeye girmesi gereken tarihten üç gün önce, 21 Ağustos 1993’te Dünya ile bağlantısını kaybetti. 17 yıllık plana ve yaklaşık 1 milyar dolarlık bütçeye mal olan bir proje kaybedilmişti.

Gregory Moolenar bu konuda şunları söylüyor: “Mars Observer fırlatılmadan kısa bir süre önce Andrew Kasırgası yaşanmıştı. Mekik bu tür doğal olaylara karşı koyabilecek şekilde tasarlanmıştı. Nitrojen sistemi özel maddelerden yapılmıştı ve kameralar ayrı bir bölümde bulunuyordu. Ancak mekiği gözden geçirenler bu bölümlerde fırtınanın asla sebep olamayacağı türden enkaz, toz ve parçalara rastladı. Aslında mekik daha fırlatılmadan bir sorunla karşı karşıyaydı.

mars observer ile ilgili görsel sonucu

Peki kim, neden bu tür bir projeyi sabote etmek ister? Bunu yapmak isteyen insanların Mars’ta keşfedilmesini istemedikleri bir bilgiden haberdar olmaları olası mıdır? Eğer böyle bir şey varsa, araştırmacıların inandıkları şeyler aslında Mars’ın keşfedilmesinin değil, Mars’ın keşfi ile Dünya üzerinde keşfedilmesi istenmeyen şeylerin ortaya çıkarılması olabilir mi?

Mars Observer, Kızıl Gezegen’in yaşam potansiyelini araştırmak için ateşlenen öncü uzay araçlarından biriydi. Ancak o da uzayın derinliklerinde bir yerde kayboldu. Mars Observer’ın geçmişteki esrarengiz hadiselerin üzerine eklenmesi (Phobos 1 ve 2) komplo teorilerini de artırdı.

XVII – Roswell’in perde arkası: İlk Mars keşifleri ve Cydonia – 1

Mars’a gönderilen ilk uzay araçları daha gezegene ulaşır ulaşmaz kullanılamaz hale geldi ve devre dışı kaldı. Ta ki 1976 yılında Viking–1 Dünya’yı şaşkınlık içinde bırakan yüz görüntüsünü içeren Cydonia adı verilen bölgeye inene kadar. Bazıları tarafından pareidolia (cisimlerin yüze benzetildiği göz yanılması) olarak kenara konan Cydonia’da yatan sır neydi?

Mars’ın geçmişi Dünya’ya çok benzerlik gösterdiği için uzay keşfinin her zaman ana hedeflerinden biri oldu. Ancak, 1976 yılına kadar, onlarca ve milyonlarca dolar yatırılan keşif araçları başarısız oldu. İlk olarak Ruslar, Amerika ile olan büyük mücadeleleri içerisinde, 1960 senesinde Kızıl Gezegen’e iki keşif aracı yolladılar. Ancak hiçbir sonuç alamadılar.

Gregory Moleenar, eski bir NASA çalışanı ve Mars’a yapılan keşif projelerini araştıran bilim adamı. Mars’a yönelik ilk keşif girişimleri hakkında şunları diyor: “Rusların iki esrarengiz başarısızlığının ardından, aynı olay ile karşılaşan Amerikalılar kendi aralarında Mars’ta bilerek bu keşif araçlarının önünü kesen bir şeyler olup olmadığı hakkında şakalar yapmaya başladılar. Kasım 1964’te Amerikalılar Mariner 3 ve Mariner 4 keşif araçlarını Mars’a yolladı. Mariner 3 Uzay aracı Mars yüzeyine ulaşmayı başardı, ancak görüntü almak için kamerasını çalıştırmaya çalıştığı anda kamera sistemi bozuldu.

23 gün sonra, 28 Kasım’da fırlatılan Mariner 4 ise Mars’ın yörüngesinden geçebilen ilk uzay aracı olma başarısını gösterdi. Ruslar hiç geri kalmadı ve aynı başarıyı kendileri adına gerçekleştirmek için 30 Kasım günü Zond 2 uzay aracını Mars’a yolladı. Araç başarılı bir şekilde Mars’ın yörüngesine indi ve ilk birkaç dakika sorunsuz bir şekilde görüntü iletmeye başladı. Ancak aniden araç ile tüm görüntü ve bağlantı kesildi. Bu olay o tarihe kadar Mars projelerinde iki ülkenin yaşadığı toplam altıncı başarısızlıktı. Acaba orada Dünya ile iletişimi engelleyen sıra dışı bir durum mu söz konusuydu?

mariner 4 photo mars ile ilgili görsel sonucu
Mariner 4’ün Mars yüzeyinden gönderdiği bir kare. [NASA]

Aradan toplam 10 deneme daha geçti. 5 Ağustos 1973 senesinde Ruslar neredeyse Amerikalıların elde edecekleri başarıyı onlardan önce gerçekleştireceklerdi. Ancak Zond 2’ye olduğu gibi, Kızıl Gezegen’in yörüngesine inen keşif aracının o anda tüm sinyalleri kesildi. Sonunda, 20 Ağustos 1975 tarihinde, Mars’a yollanan Amerikan Viking 1 uzay aracı, uzay araştırmalarına bambaşka bir sayfa açmayı başardı. Viking 1 dünyaya çok sayıda ve inanılmaz görüntüler içeren veri yolladı.

Elde edilen görüntülerde hiç akla gelmeyecek şeyler vardı. Bunlardan en ilgi çekeni şüphesiz gezegenin yüzeyindeki insan suratına benzeyen yapıydı. Mars’ın milyonlarca yıl boyunca maruz kaldığı rüzgar erozyonu ve jeolojik faaliyetler, gezegenin yüzeyinde insan gözünü yanıltacak sayısız yapı oluşturdu. Cydonia bölgesinde yüz, bunlardan biri olabilir. Antik bir uygarlığa işaret edebileceğini öne süren düşünceler ise halen geçerli.

Gregory Moleenar, Viking 1’in başarını şu şekilde yorumluyor: “Bu başarının ardından Amerika Ruslar ile işbirliği yaparak 1988 senesinde Mars’ın uydularından Phobos’a uzay araçları gönderdi. Ancak Phobos 1 bilinmeyen sebeplerden ortalıktan kayboldu.

russia phobos 1 spacecraft ile ilgili görsel sonucu
Phobos 1

Phobos 1 gözlerden kaybolmuştu. Peki ya ondan 5 gün sonra, 12 Temmuz 1988’de fırlatılan Phobos 2 ne ile karşılaştı? UFO Magazine editörü Vicki Cooper-Ecker, “Phobos 2 çok garip bir şeyle karşılaştı ve Ruslar elde ettikleri görüntü ile şaşkına döndü” açıklamasını yaptı. Elde edilen görüntüdeki şey devasa ve oval şekle sahip bir cisimdi. Phobos 2 bu görüntüleri yolladıktan sonra Phobos 1 gibi gözlerden kayboldu (Phobos 2’nin çektiği tüm fotoğraflara bakmak için tıklayın).

Aşağıdaki videoda Phobos 2’nin Mars yüzeyinde çektiği silindir şeklindeki bir gölge yer alıyor (03:44):

https://youtu.be/cF5k6dlAzNI

Cydonia’nın keşfi

5 sene sonra, Eylül 1992’de fırlatılan Amerikan Mars Observer uzay aracı, Mars yörüngesine inmeden üç gün önce kayboldu. Bu kadar uzay aracının Dünya ile iletişimlerini keserek kaybolması sadece teknik hata olarak açıklanabilir miydi? Bunları yapan, görüntülenmek istemeyen bir varlık mıydı? Tüm bunların sebebi, insanlığın görmemesi gereken, çığır açabilecek bir şeyi keşfetmelerine izin verilmemesi miydi?

Tüm bu sırlar ve Mars hakkında bilinmek istenen şeyler 1976 senesinde Viking 1 uzay aracının Dünya’ya gönderdiği görüntüler ile çözülmeye başlandı. Viking 1’in gönderdiği görüntüler analiz edildikçe, Cydonia (Saydoniya) adı verilen bölgede bulunan yapılar büyük şaşkınlık uyandırdı.

Gregory Moleenar: “NASA’nın bu yüze yönelik ilk açıklaması, bunun sadece güneş ışınlarının yaptığı bir kandırmaca olduğuydu. Kimse Mars’ın yüzeyinde devasa bir insan yüzü oyulmuş olacağına inanmamıştı. Böyle bir şeyi kim yapmış olabilirdi? Ayrıca Mars bildiğimiz kadarı ile akıllı canlıları barındırabilecek yaşam koşullarına sahip değildi. Bu yüzden NASA ilk başta bu olasılığı ele almadı. İnsan yüzünü içeren görüntüye ‘Head’ yani kafa ismi verildi.

Ancak iki araştırmacı, Di Pietro ve Moleenar bu görüntüye özel bir ilgi gösterdiler. İkili ilk olarak en basit yöntem olarak resmi büyüttüler ve çözünürlüğü azalan resimde önemli bir şey olmadığını düşündüler. Daha sonra Moleenar ve Di Pietro resmi NASA’nın yaptığından çok daha detaylı gösterecek ve büyütecek olan bir bilgisayar programı geliştirdiler. Görüntüler insan suratını çok net bir şekilde gösteriyordu.

“NASA yaptığı bir açıklamada görüntüyü çeken Viking’in başka bir açıdan aynı bölgenin tekrar çektiği bir görüntüsü olduğunu ve bu görüntüde hiçbir şey olmadığını” savundu. Öne atılan görüntüde yüz yerine dağınık bir kum tepesi görülüyordu.

G. Moleenar: “Daha sonra ben ve Pietro aynı bölgeden başka uydular geçmiş mi diye arşivleri kontrol ettik. NASA ilk başta yok demişti ama biz arşivlerde bulduk (İkisi NASA’da görevliydi ve arşivlere girme yetkileri vardı). Ve bu ikinci görüntülerde ilkinden çok daha belirgin bir şekilde insan yüzü görülüyordu. Hatta gözlerde göz bebekleri, ağızda ise dişler belli oluyordu. Bunu gördüğümüzde çok etkilendik.

İkinci resim Mars üzerindeki bu inanılmaz yapının akıllı varlıklar tarafından yapılabilmiş olabileceğini akla getiriyordu. Ancak bu yapbozun daha başlangıcıydı. NASA, yüzün ilk görüntüsüne 35A72, ikinci ve çok daha detaylı görüntüsüne ise 70A13 kod numaralarını koydu. Bu iki görüntü hakkındaki ilginç detay neydi peki? Sadece insan yüzünü değil, etrafındaki alanı da oldukça geniş bir şekilde gösteriyor, son derecede ilgi uyandıran başka yapılar içeriyorlardı.

Molenaar anlatıyor: “Yüzden belli bir mesafe ötede birkaç tane piramit gözünüze çarpıyor. Bu piramitlerin en ilginç tarafı ise, bizim bildiğimiz, çok standart üçgen şekline sahip olmaları. Piramitlerin her köşesinde, taban kısımda görüldüğü kadarı birer ayaklık-payanda bulunmakta. Ve yakından bakıldığında bu ayaklıklarda piramit şeklinde. Bunlar gerçekten çığır açabilecek bilgiler.

Araştırmacı Richard Hoagland bu konuyu çok yakından inceledi. Hoagland şunları söylüyor: “Araştırma ekibimiz yüzü üç boyutlu bilgisayar programları ile araştırdı. Elde edilen bilgiler ise aslında bu yapının, üç boyutlu tasarlanmış bir oyma heykel olduğunu gösteriyor.

Hoagland’ın Cydonia ile ilgili sunumundan bir kısmı aşağıdaki videoda izleyebilirsiniz:

Söz konusu heykel tam 1500 feet, yani yaklaşık 457 metre yüksekliğinde ve 1 milden uzun. Yani 1,6 kilometreyi geçen bir uzunluğa sahip. Peki bu yapıların doğal olaylardan kaynaklanmaları mümkün mü? Bu bir yana, Cydonia’daki insan ve piramit görüntüleri, insanların aklına dünyamızdaki benzer antik yapıları getirmekte gecikmedi. Yani Sfenks ve Giza Piramitleri…

***

“Edgar Mitchell: Nükleer Savaşı Barışçıl Uzaylılar Önledi”

XVI – Roswell’in perde arkası: Apollo 11 görevinde yaşananlar

9 Şubat 1971 günü Apollo 14 ile uzaya çıkarak, uzay yürüyüşü gerçekleştiren Edgar Mitchell ise uzaylıların varlığına o kadar inanmıştı ki, emekliye ayrılarak hayatını UFO araştırmalarına adadı. Mitchell bir açıklamasında, 1940’lardan beri diğer gezegenlerden dünyaya gelen binlerce UFO’nun kaydedildiğine emin olduğunu söylemişti.

16 Temmuz 1969 günü, Ay’a yollanan ilk insanlı uzay aracı olan Apollo 11’in de inanılmaz hadiseler yaşadığı öne sürüldü. Apollo 11, 17 Temmuz’da Dünya ile Ay arasındaki yolu yarıladığı gün, astronotlar Neil Armstrong, Michael Collins ve Edwin(Buzz) Aldrin, yolculuklarında yalnız olmadıklarını fark ettiler. Bir UFO onları takip ediyordu. İki gün sonra, yani 19 Temmuz’da, saat tam 18.00’da astronotlar, tekrar ortaya çıkan ve kendilerini takip eden UFO’yu kameraya çektiler. Aya ayak basılacağının önceki günü ise, Aldrin, Lunar Module, yani ay modülüne geçti ve teçhizatı kontrol etmeye başladı. Yakın çekim kamerasını kontrol ederken, kamera çekmiş olduğu UFO görüntülerini göstermeye başladı. Kamera çekime devam etti, bu esnada hareket halindeki UFO’ların bir çeşit sıvı akıttıkları görülüyordu. Görülen UFO’lar iki taneydi ve Rus kozmonot Kovalyonok’un anlattıklarına benzer özellikler gösteriyorlardı. Cisimler bazen bir araya gelip tek bir parça halini alıyor, bazen de ayrılıp kendi yönlerine gidiyorlardı. Astronotlar sonraki ifadelerinde cisimlerin belirgin bir zekâ ile yönlendirildiklerini belirttiler.

Üçüncü karşılaşma ise 21 Temmuz’da, saat 00.26’da yaşandı. Bu vaktin 1 saat öncesi içinde, sırasıyla Armstrong ve Aldrin Ay’a ayak bastılar. Onlar taş örnekleri toplarken, Collins uzay aracının kumanda merkezi “Columbia” içinde Houston’la konuşuyordu. Ortaya çıkan konuşma ise beklenenin dışındaydı:

Columbia: Houston’ı arıyoruz. Burası Columbia.

Houston: Devam et Columbia.

Columbia: Lunar Modülünü bulamadım. Ama bazı küçük ve garip beyaz cisimler gördüm. Koordinatları 0,3, 0,76. Kraterin güneybatısındalar. Eğer oradalar ise onlar da görmüş olmalılar.

Buzz Aldrin, yıllar sonra bir belgeselde “ne olduklarını anlayamadıkları bir cisim ile karşılaştıklarını ancak görmezden gelip göreve devam etmeleri gerektiğini” anlattı:

21 Temmuz günü saat 13.55’te Apollo 11 Ay’da ayrılırken, sabit kamera Lunar Modülünden Ay’ın uzaklaşan görüntüsünü çekmeye devam ediyordu. Çerçevenin yukarı sağ köşesinden, şekli çok belirgin, beyaz bir UFO geçip giderken görüntülendi. Kısaca Apollo 11 insanlık adına gerçekten sanılandan büyük bir adımdı. Ancak her şey bu kadarla bitmiyordu.

Apollo 11, 16 Temmuz’dan 21 Temmuz’a kadar olan sürede üç kez direkt olarak UFO’larla karşılaşmış ve çekilen resim ve görüntüler dışında ses kayıtları da yapılmıştı. NASA’ya ulaşan ses kayıtları oldukça kulak gıcıklayıcı, çok yüksek süratte hareket eden cisimlerden geldiği düşüncesini yaratan ve vınlamaya benzer sesler içeriyordu. Bu seslerin Apollo 11’den gelmediği şüphesizdi, kısaca UFO’ların bilinen ilk ses kayıtları da yapılmış oluyordu. Sesler duyulduğu zaman Apollo kontrol mekiğinden şu telsiz konuşması yapıldı:

Burası Apollo kontrol. Halen Apollo 11’den gelen garip sesler için bir açıklama yok. Görevin ilerleyen saatlerinde bu seslerin ne olduğunu anlamaya çalışacağız.”

Aşağıdaki videoda, söz konusu sesler 02:16’dan itibaren duyulabilyor:

Collins Ay Modülünde Houston ile gözlemlerini paylaşırken, Aldrin Ay yörüngesinde inanılmaz olaylara tanık oluyordu. “Kardan adam” görüntüsünde parlak bir cismin (büyük daire arkada, küçük daire önde) batıdan doğuya doğru hareket ettiğini görüyor. İki UFO’dan büyük olanla küçük olan çok yakın hareket ediyorlar ve neredeyse değiyorlar. Aldrin tüm gördüklerini kameraya çekti ve dakikalar boyunca ayın yüzeyinde uçan, alçalan, kaybolup yeniden beliren UFO’ların görüntülerini kaydetti. Apollo 11 tarafından çekilen görüntüler ilk olarak CBA şirketi tarafından yayınlandı. Her ne kadar UFO’ların kesin kanıtı olmasalar da, Dünya dışı belli başlı cisimlerin uzayda var olduklarını gözler önüne seriyorlardı:

https://youtu.be/JdjaDo3Uc3Q

Aldrid, tüm bu gözlemleri sırasında, beraber hareket eden cisimlerin aralarında inanılmaz miktarda bir sıvı boşaltıldığını gördü. Bunu arkalarında bıraktıkları bir iz olarak düşünen Aldrin, aynı zamanda bunun hareket sistemleri ile alakalı olduğunu, egzoz olabileceğini düşündü. Bunun gibi, Apollo 11’in çektiği 1,500’den fazla resim, insanlık için muhtemelen beklenmedik bilgiler de saklıyordu…

Mart 1989. Discovery uzay mekiği eski bir hava kuvvetleri komutanı olan astronot John Blaha’nın kontrolünde uçuş yapıyor. Blaha, üsteki kontrol sorumlusu ile gizli bir NASA hattında şu telsiz konuşmasını yapıyor: “Houston, … burası Discovery, halen uzaylı aracını gözlem altında tutmaktayız.

https://youtu.be/fYhlSt40qG8

Uzayda UFO hadiselerinin ardı arkası kesilmezken, Profesör Allen Hyneck yeni bir teori ile çıkagelir. Ona göre, karşılaşılan Dünya dışı varlıklar başka bir boyuttandır. Hyneck şunları der: “UFO gözlemlerinin en ilginç noktalarından bir tanesi, uzay ve zaman içinde belirgin bir izolasyon gerçekleşmesidir. Gözlemler genelde tek bir bölgede yaşanmaktadır ve kısa bir süre için devam etmektedir. Bazen UFO’lar belirsiz bir yerden belirmekte, yine belirsiz bir yerde kaybolmaktadırlar. Bu durum, başka bir gezegenden olmasına karşılık, paralel bir gerçekliği öne sürmektedir.

İngiltere’de, daha 1940’lı senelerde, “The Flying Saucer Review” adlı bir UFO dergisi bulunmaktaydı ve dünyada kendi alanının öncüsüydü. Derginin tarihi boyunca araştırmacı ufolojist olan 50 tane editörü oldu. Bunlardan biri ve en ilgi çekeni 2003 senesinde, 95 yaşında hayata gözlerini yuman Gordon Creighton’dı. Creighton öne sürdüğü teoride, görülen uzaylı araçlarının, uzayın derinliklerinden türeyip geldiklerine dair hiçbir kanıt bulunmadığını söylüyordu. Kısaca, o da dünya dışı varlıkların başka bir gezegenden değil, başka boyutlardan gelebileceğini iddia ediyordu.  

“Ay’ın karanlık yüzünde tuhaf bir müzik duyduk”

XV – Roswell olayının perde arkası: Salyut 6 ve Gemini 4’ün gizli dosyaları

10 Ağustos 1989 tarihi ise bildirilen en yakın tarihli UFO kazalarından birine ait. Açıklamalar ise fazla uçuk kaçık: O gün gece saat 1 civarında Rus radarları tanımlanamayan bir cisim belirlediler. Düşman olarak tanımlanan cisme müdahale etmek için Mig–25 jetleri havalandı. Pilotlara eğer uçan cisim verilen doğrultulara uymazsa vurun emri verildi. UFO pilotların çağrılarına cevap vermedi ve vuruldu. Kafkas dağlarına çakılan UFO’nun hemen ardından bir arama ekibi gönderildi. Ekip Nizhnizy Chegem yerleşim biriminin hemen dışında UFO’yu buldu. Cisim 60 metre uzunluğunda ve 30 metre yüksekliğinde uzun bir sigaraya benziyordu. UFO’nun durmadan önce bir süre sürüklendiği yerde bıraktığı izlerden belli oluyordu. Özel giyimli bazı ekip elemanları alanda radyasyon tespit etti. Bir helikopter UFO’yu Mozdok Hava Üssüne taşıdı. Burada UFO’nun vurulduğu yerde bir açıklık olduğu tespit edildi. Arama ekibi buradan içeri girdi. Elektronik panel ve monitörlere benzeyen donanımlar fark edildi. Ayrıca kaza mağduru üç uzaylı tespit edilmişti.

Russian UFO

İkisi ölmüş, biri de ölmekte olan uzaylıların vuruldukları esnada kafalarına UFO’nun tepesinden nesneler düştüğü(!) anlaşıldı. Doktorlar ölmekte olan uzaylıya müdahale ettiler ancak hayatta kalmasını başaramadılar. Uzaylıların boyu 135 ile 140 santim olarak ölçüldü. Gri olan giysilerinin içinde bedenleri yeşil-maviydi. Çok büyük ve koruyucu bir tabakaya sahip olan gözleri, kertenkele benzeri derileri ve kısa ve çelimsiz kolları olduğu görüldü. Rusya’nın Roswell’i olarak görülen bu olay sonrası ölen uzaylılar Kapustinyar alanında gizli bir tesise götürüldü ve cam konteynırların içine kondular. Bu bilgiler Rus araştırmacılar Anton A, Lenura A. ve Alexander M. tarafından kamuoyuna verildi.

Salyut 6 birileri tarafından izleniyor muydu?

29 Eylül 1977, saat akşam 18.50. Sovyet Rusya o sene uzaya yaptığı başarılı 147 uzay mekiği ateşlemesinin 112’ncisini gerçekleştirdi. Baykonur hava üssünden fırlatılan mekiğin adı Salyut-6’ydı. Salyut-6, 96 gün yörüngede kaldıktan sonra 1978 senesinde Dünya’ya döndü. 6 kişilik mürettebatı olan Salyut-6, o güne değin en fazla yörüngede kalma süresi olan 84 günlük rekoru kırdı ve yörüngede tamir, gerekli teçhizat montesi ve değişimi gibi 3 uzay yürüyüşü yapıldı. Bu sürenin sonunda kozmonotların Dünya’ya döndükleri zaman anlattıkları, elde ettikleri başarının yanında çok daha dikkat çekiciydi. Anlattıklarının yanı sıra, ellerinde uzay istasyonunun kameraları ile çekilmiş görüntülerin de olduğu iddia ediliyor. Kozmonotlar ilk olarak belli bir düzende hareket eden ve sürekli kendilerini takip eden uzay gemilerinden söz ettiler. Ayrıca bu karşılaşmalardan bir tanesi tam 20 dakika boyunca kaydedildi. Bu görüntüler Rusya ile ABD arasında önceden yapılmış bir anlaşma gereği NASA’ya yollandı (Bu detay kesin olmasa da, ABD ile Sovyetlerin Pioneer Venüs görevi için 1978’de işbirliği yaptığı biliniyor. Kısaca Salyut 6 görevi esnasında iki ülke arasında bir yakınlık söz konusuydu).

1978’de Salyut uzay istasyonu ile yörüngeye oturan ve inanılmaz görüntüler çekilirken orada olan kozmonotlardan biri, Binbaşı General Vladimir Kovalyonok’tu. Kovalyonok, 1981 yılında aynı uzay istasyonu/mekiği ile yörüngeye göreve gitti. 5 Mayıs 1981 günü, istasyon dünya üzerinde Güney Afrika üzerinden Hindistan denizine doğru hareket ederken, akşam 6 civarında hiç umulmadık bir olay oldu.

Vladimir Kovalyonok.

Kovalyonok, Dünyaya geri döndüğünde 5 Mayıs 1981 günü istasyonda yaşadıklarını şu şekilde rapor etti: “Biraz egzersiz yaptım, daha sonra önümde, mekiğin penceresinden anlatılması mümkün olmayan bir cisim gördüm. Uzayda mesafeleri belirlemek mümkün değil. Ufak bir cisim çok büyük ve çok uzak gözükebilir, aynı zamanda tam tersi de olabilir. Her neyse, ben bu cismi gördüm ve sonra anlatamayacağım bir şey oldu. Bu şey fizik kanunlarına tamamen aykırıydı. Cisim eliptik-oval bir şekle sahipti ve bizimle beraber uçtu. Önden baktığınız zaman uçuş yönüne doğru rota almış gibiydi. Düz bir şekilde uçuyordu, ancak daha sonra patlamaya benzer şeyler oldu, izlemesi çok güzeldi, altın gibi ışık saçılıyordu. Bu ilk kısımdı, sonrasında, bir iki saniye geçmesinin ardından başka bir yerde ikinci bir patlama oldu, iki tane küre belirdi. Altın renginde ve çok güzeldiler. Bu patlamanın ardından gördüğüm tek şey beyaz duman ve dumana benzeyen bir küreydi. Karanlığa girmeden önce, sonlandırıcıya doğru uçtuk, burası gündüz ile gece arasındaki geçiş bölgesidir. Doğuya doğru hareket ettik, daha sonra Dünya’nın gölgesinin karanlığına girdik ve onları bir daha görmedim. Küreler bir daha dönmediler.

Kovalyonok gördüğü cismin şeklini de çizmiş. Yarım bir oval piramidin içinde, yarısı dışarıda kalacak şekilde yanlamasına duran, basık bir daire var. Piramidin ucuna sağa doğru ok çizilmiş. Ayrıca daire sonra ikiye bölünüyor ve iki küre ortaya çıkıyor. Burada Kovalyonok patlamayı anlatmak istemiş.

Rus uzay istasyonlarında bunlar yaşanırken, Rusya’nın önde gelen ilk dört ufologlarından Dr. Felix Zigel, Rus kozmonotların uzaylılar tarafından ele geçirilmiş, korkutularak görevlerinden alıkonulmuş ya da öldürülmüş olabileceklerini öne sürdü. Zigel, Rusya 1903’teki büyük UFO çarpmasından başlayarak, Tunguska bölgesinde UFO araştırmaları yapan bir bilim insanıydı. Zigel’in Rus kozmonotlar hakkında ortaya attığı inanılmaz iddia aslında bir çılgınlık olmanın tersine, birçok ABD’li araştırmacı tarafından desteklenmişti. Bunun sebebi, açıklamaları ile büyük dikkat çeken ve zorla emekli edilip susturulan ABD’li astronot Gordon Cooper ile başlayan teorilerdi. Buna göre, 2004 senesinde vefat eden Gordon Cooper’ın görev yaptığı 1960’lar öncesi ve sonrası dahil, birçok astronot uzaydaki görevleri esnasında olağandışı durumlarla karşı karşıya kalmışlardı.

Ay görevleri ile başlayan UFO karşılaşmaları

Her defasında astronotlar Dünya dışı varlıklarla karşılaşıyordu ve her defasında karşılaşma süreleri uzuyordu. 3 Haziran ile 7 Haziran 1965 tarihleri arasında Amerikan “Gemini 4” uzay mekiği yörüngeye gönderildi. Mürettebattan astronot Ed White, 3 Haziran’da uzay yürüyüşü yapan ilk Amerikalı olarak tarihe geçti. Diğer bir astronot, James McDivitt ise tarihe üstü kapalı olarak geçecek inanılmaz bir olayı kaydetmişti. McDivitt, başında geçen olayı şöyle anlattı:

Ed White ile beraber uçuyordum. Olay yaşandığı esnada o uyuyordu, o yüzden anlatacağım şeyi doğrulayamıyorum. Uzayda kontrol motorları kapalı ve tüm aletler çalışmaz durumda iken geziniyorduk, aniden pencerede bir cisim belirdi. Çok net bir şekli vardı, silindirik bir cisimdi. Kenar tarafında dışarı uzanan uzun bir kolu vardı. Çok yakında olan küçük bir cisim mi, yoksa çok uzakta olan büyük bir cisim miydi bilmiyorum. Orada bir yargıya varmamı sağlayacak bir şey yoktu. Gerçekten ne kadar büyük olduğunu bilmiyorum. O esnada mekiğin içinde uçup duran iki kameramız vardı ve ben bir tanesini kapıp cismin resmini çektim. Sonra diğerini kapıp onunla da resim çektim. Daha sonra roket kontrol sistemlerini çalıştırdım çünkü cisme çarpacağımızdan korktum. Biz uzayda gezinirken – o esnada ne tarafa gittiğimize dair hiçbir fikrim yoktu – Güneş’ten biraz uzaklaştık ve güneşin ışınları cismin üzerinde parladı. Mekik camının dışı kirliydi – tıpkı bir arabanınki gibiydi – gerisini göremiyordunuz. Bende roket sistemlerini tekrar çalıştırdım ve mekiği hareket ettirdim, pencereler tekrar karanlığa gömüldü, cisim kaybolmuştu. Daha sonra aşağıyı (üssü) aradım ve ne olup bittiğini anlattım. Anlattıktan sonra mekiğin etrafındaki uzay enkazına ait kayıtları gözden geçirip bir sonuç çıkarmaya çalıştılar ama o cismin ne olduğuna dair hiçbir fikrimiz yoktu. Film (resim) sonradan NASA’ya gönderildi ve NASA film teknisyenleri tarafından incelendi. İçlerinden biri ben daha konuşma fırsatı elde edemeden daha önce konuştukları bir şeyi öne attı ve cismin güneşin pencere üzerinde yansıması olduğunu söyledi.

McDivitt, bir televizyon programında gördüğü cismi anlatırken, ‘Pascagoula Hadisesi’ olarak kayıtlara geçen kaçırılma olayına inandığını belirtti:

McDivitt 1965’te elde ettiği resim yetkililer tarafından yine çarpıtılmaya çalışıldığında hayal kırıklığına uğradı. 1969 senesinde sona eren, Colorado Üniversitesinin yürüttüğü Condon projesinde, McDivitt’in karşılaştığı durum bir yanılsama olarak gösterildi, kanıtları yetersiz bulundu.

James McDivitt.

1975’te yaptığı başka bir açıklamada McDivitt, “Bu olayı hiçbir zaman abartmadım. Gördüğüm şey kesinlikle tanımlayamayacağım bir şeydi, bende üsse bildirdim. Ed uyuyordu ve oldukça yüksek bir oranda geziniyor, uzayda sürükleniyorduk. Pencerelerin kirli olduğunu hatırlıyorum. Aniden o beyaz cisim belirdi. Bir bira kutusu ve üzerinde belli bir açıda çıkan bir kaleme benziyordu. Kesinlikle silindirikti, yarıçapının yaklaşık üç katı büyüklüğündeydi” ifadesini kullandı.

Ancak McDivitt kendi çektiği resmi değerlendirme şansına erişememişti. Eğer bu şansı olsaydı kendisine haksızlık yapıldığını görebilirdi. Resimde çok net, silindirik şekle sahip bir cisim, uzaya fırlatıldığı sistemden geriye bir iz bırakarak yükseliyordu. Birkaç sene içinde, uzaya fırlatılan Gemini 5,7,10 ve 11 mekiklerindeki astronotlarda benzer olaylar yaşadıklarını belirttiler.

XIV – Roswell olayının perde arkası: Pascagoula vakası

1960’larda yaşanan olaylar 1950’lerin devamıdır. Sadece 1952’de yapılan ihbar sayısı 1500’ün üzerindedir. İşte bu sene, devlet kamuoyu ile aralarında bir diyalog sağlanması ve yaşanan gözlemlerin kayıt altında tutulması için “Project Blue Book” adında bir program başlatır. 1969’a kadar devam ettirilen çalışma, oldukça sistematik olması açısında diğer tüm başarısız çalışmaların üzerini örter.

Project Bluebook bilimsel danışmanı While Hynek, UFO’ların varlığını kabul etmeyen biriyken inananlardan biri haline gelmişti. [Northwestern Üniversitesi]

Blue Book projesinin kapsamında belli basamaklar yer almaktaydı. UFO gördüklerini iddia eden insanlara 8 soruluk bir anket veriliyordu. Gözlem yapılan yerin resmi çekiliyor, uzmanlar hava koşullarını değerlendiriyorlardı. Ankette yer alan yer, zaman, olayın içeriği gibi kutucuklar dolduruluyor ve durumun yetkililerle analiz edilmesi sonucu son kutucuk olan özet ve yorum kısmına sonuç giriliyordu.

Bu sistematik işleyiş sayesinde Blue Book önceki varsayımlar, teoriler ve iddiaları geride bırakarak daha mantıklı bir sonuç sunuyordu. Ancak uzmanların kesin bir sonuç tayin edemedikleri zamanda oluyordu. Bu durumda 2 seçenek mümkündü. Birincisi delillerin yetersizliğinden (fotoğraf bulanıklığı gibi) cismin tam olarak saptanamadığının açıklanması, ikincisi ise kesin bir kanıt elde edilemediği için sonuca varılamadığının söylenmesiydi.

1969’da proje yine devletin kendi çıkarına hizmet eden laflarını içeren bir memorandumda sonlandırıldı. Savunma Bakanlığının yaptığı açıklamada, çalışmalardan çok az bir sonuç elde edildiği ve ele alınabilecek en düşük ihtimalli hipotezin dünya dışı varlıkların dünyayı ziyaret etmeleri olasılığıdır dendi. Toplamda 12,618 UFO ihbarına yer verilen rapordaki 701 gözlem, halen açıklanabilmiş değil.

Ancak bırakın UFO’ları görmeyi, uzaylılarla karşılaşan insanların hikâyesi bu hipotezi çok güçlü kılıyordu. Amerika’da açıklanmış ya da açıklanmamış olarak sayısız dünya dışı varlıklarla temas ve kaçırılma olayı yaşandı. Bunlardan bazıları:

25 Ekim 1973 gecesi. Steven Poleskie adındaki Pennsylvania’lı çiftçi, çiftlik evlerinde kendisinden başka yaklaşık 15 kişiyle daha otururken bulundukları arazi üzerinde gökyüzünde bir UFO görür. Diğer UFO tanımlamalarından fazla farklı olmayan cisim alçalmaya başlar. Steven tüfeğini kaparak dışarı çıkar. Ardından kulübesini çevreleyen çitin karşı tarafında çok çirkin iki tane adam görür. Steven yaklaşır. Gördüğü şey iki tane çirkin suratlı, uzun kolları olan, yeşil renkli, sarı gözlü ve “yanmış plastik” kokuları saçan uzaylıdır. Surat ifadelerinden iyi niyetli bir ziyaret yapmadıklarını sezinleyen Steven bir uyarı ateşi açar. Uzaylılar tuhaf sesler çıkartarak Steven’ın üzerine yürürler. Korkan Steven, bir tanesini vurur. Uzaylılar yok olur, ancak Steven’da olduğu yere yığılır. Doktorlar ve yetkililer çağrılır. Ancak o kendisinden geçmiştir. Hayvanlar gibi sesler çıkarmakta, kollarını etrafa savurmakta ve garip davranışlar göstermektedir. Huysuzlaşan köpeğine saldıran Steven onu ısırmaya çalışır. Bir süre sonra bayılır, ayrıldığında eski haline dönmüştür.

ABD tarihinde uzaylılar tarafından kaçırılma olaylarının en ünlü isimlerinden olan Whitney Strieber, yaşanan önceki olaydaki uzaylılara ait garip kokulara bir açıklama getirir. “Communion” adlı kitabın yazarı olan Strieber, uzaylıları yakınında olduğu zamanlarda varlıklarını “koklayarak” hissedebildiğini ve kokularının “sülfüre” benzediğini söyler.

Pascagoula Vakası

10 Ekim 1973. New Orleans, Louisiana’da bulunan St. Tammany kasabasında, gündüz vakti ikisi polis olmak üzere toplam 15 kişi, gökyüzünde metalik renkte ve daire biçiminde olan uçan bir cisim gördüklerini bildirirler. Ertesi gün, 11 Ekim günü ise 2 balıkçı hayatlarında hiç unutamayacakları bir balığa çıkarlar. Mississippi’li olan 19 yaşındaki Calvin Parker ve 42 yaşındaki Charles Hickson, akşam saat 9 civarında Pascagoula nehrinde balığa giderler. Balık tutarken aniden arkalarında bir “bzzz!” sesi duyarlar. Arkalarına dönüp baktıklarında, daire biçiminde, ön tarafında yükselip alçalan mavi ışıkların olduğu bir cisim görürler.

Parker ve Hickson’ın tanımlarına göre çizilen uzaylı.

Cisim nehrin karşı kıyısından yaklaşık 100 metre uzaklıkta ve yerden sadece birkaç metre yükseklikte durur. Hickson ve Parker’ın dediğine göre bir kapı açılır ve üç tane yaratık sakin sakin aşağı inerler. İki adam taş kesilmiş halde olayı izlerken, uzaylılar soğukkanlılıklarını kaybetmeden, nehrin üzerinden geçerek (havada süzülerek ya da yürüyerek) ikisine yaklaşırlar. Olayın çok sonrasındaki ifadelerinde Parker ve Hickson uzaylıların görünümlerini şu şekilde tasvir eder: “Yaklaşık 1.50 boylarında, kurşun şeklinde kafalar, boyun yok, ağız yerine çizgi şeklinde bir yarık, kulak ve burunlarının olması gereken yerde koni biçiminde, sanki kardan adamın havuçtan yapılmış burnu gibi dışarı doğru olan yapılar var. Gözleri yok, derileri buruşuk ve gri, ayakları yuvarlak ve elleri pençe şeklinde…

Uzaylılardan ikisi halen ayık olan ve korkudan donup kalmış Hickson’ı, diğeri ise bayılan Parker’ı kaçırırlar. Hickson’ın dediğine göre uzaylılar onu koltuk altlarından tutarak götürürler. Temas olduğu anda Hickson tüm hislerini yitirir. Daha sonra UFO’nun içinde çok aydınlık olan bir odaya taşınır. Burada havada asılı kaldığını ve göze benzeyen bir cihazın tüm bedenini incelediğini anlatır. Sonra sıra Parker’a gelir, aynı işlemden geçer. Yaklaşık 20 dakika sonra havada süzülerek uzay aracından çıkartılırlar. Bir iki dakika sonra ise uzay aracı göğe yükselir ve kaybolur. Olayın sonunda şoke halinde olan adamlar ne yapacaklarını bilemezler.

Nihayetinde Biloxi’deki Hava Üssüne telefon etmeye karar verirler. Ancak bu seferde yasalardan korkan iki adam kasabanın gazetesine gider, kapı kapalıdır. Sonunda şerife gider dertlerini anlatırlar. Şerif onlara inanmaz, yalanlarını itiraf etmeleri için ses geçirmeyen bir odaya onları sokarak beklemeye başlar. Odadaki gizli mikrofondan konuşmalar dinlenir. Ancak şerifin beklediğini tersine, iki adam gerçekten çok korkmuştur. Hickson odadan çıkarılır, Parker’ın ise sinirleri olayı daha fazla kaldıramaz ve ağlayarak dua etmeye başlar. Başka bir gün iki adam yalan makinesine bağlanırlar ve ikisi de testi geçer…

XIII – Roswell olayının perde arkası: Project Bluebook ile başlayan araştırmalar

7 Kasım 1975. 1970’lerde UFO tartışmaları Amerika’da iyice kızışmaya başlamıştı. Tartışmaların yeni boyutu devlet ile araştırmacılar arasında yaşanıyordu. UFO araştırmacılarından Donald E. Keyhoe, askeriyenin ve FBI’ın, ellerine geçen her türlü UFO gözlem bilgisini anında kamuoyundan sakladıklarına ve her şeyi gizli tuttuklarına dair bir makale yazdı. Makale kısa zamanda en çok okunanlar listesinde başı çekmeye başladı ve tartışmaları kızıştırdı. Keyhoe ciddiydi. Orduda yer almış ve uçuş tecrübesi olan bir asker olan Keyhoe, kendi tanıdığı üst düzey yetkililer dâhil birçok kişinin insanlardan bilgi sakladıklarını ve bu bilginin “inanılmaz derecede” önemli olduğunu belirtiyordu. Bir konuşmasında, “yetkililerin üst mevkilerden aldıkları emir doğrultusunda insanlardan her türlü bilgiyi daha kamuoyuna ulaşmadan sakladıklarını ve sürekli UFO’ların varlığını reddettiklerini” söyledi.

Keyhoe ile FBI arasındaki ilişkiler daha 1950’lerde kızışmaya başlamıştı. 22 Eylül 1958 tarihinde Keyhoe FBI’ya bilgi talep eden bir mektup gönderdi. 4 gün sonra FBI’dan gelen cevap şöyleydi: “Bu büro açıklanabilecek olan tanımlanamayan belirsiz cisimler hakkında bilgiye sahip değildir. Ancak bu, bu büronun tanımlanamayan uçan cisimler hakkında bilgi sahibi olduğunu ima etmez. Başka bir gezegenden gelen, dünya dışı varlıklara ait olduğu kanıtlanmış bir cisim ile iletişim kurmak, bu büronun sorumluluğu değildir.” İmza o dönemin FBI başkanı ve önceden bahsettiğimiz gibi olayların üzerini örtme amacı güden John E. Hoover’a aitti.

Peki tanımlanamayan uçan cisim ya da dünya dışı varlıkları gözlemlemek, onlarla karşılaşmak ne demek? Bu araştırmalar sonucunda 6 başlık altında kategorize edilmiş:

a-   1. türün Yakın Karşılaşmaları: Bir UFO görmek,

b- 2. türün Yakın Karşılaşmaları: UFO görmek ve uçan cismin ışıkları, toprakta bıraktığı izler, yarattığı elektrik alanı gibi fiziksel kanıtlara rastlamak,

c-   3. türün Yakın Karşılaşmaları: Bir uzaylı ya da uzaylı yapımı nesne ile temas kurmak,

d- 4. türün Yakın Karşılaşmaları: Uzaylılar tarafından kaçırılmak, genel olarak deneye tabi tutulmak amacıyla, gönülsüzce uzaylılar tarafından UFO’ya götürülmek,

e-   5. türün Yakın Karşılaşmaları: Dünya dışı varlıklarla, genel olarak metafiziksel olarak temas kurmak,

f-    6. türün Yakın Karşılaşmaları: Bir UFO yakın gözlemi sonucunda yaralanmak veya ölmek.

Peki dünya tarihinde ne kadar çok yakın UFO gözlemi yaşandı? Bu rakam, 1965 senesinin yaz aylarında Amerika’da 500’ün üzerindeydi. 70’lere gelindiğinde Keyhoe gibi araştırmacıların tepkisi, saklanan bilgiler yüzünden iyice artmıştı.

21 Mart 1966 gecesi, Michigan’da bulunan yatılı kız lisesi Hillsdale kolejindeki bir öğrenci Savunma Bakanlığını arar. Saat 10.32 civarıdır. Sesi titreyen öğrenci, 56 kız öğrenci olan yurdun pencerelerinden ne olduğunu anlayamadıkları bir cismin gözüktüğünü söyler. Saat 11’de ikinci bir telefon gözlem için yardım ister. Görülen cisim yanıp sönen kırmızı, yeşil ve beyaz renklere sahiptir. Yurdun yaklaşık 2 kilometre ötesindedir, her 1 dakikada içinde yaklaşık 100 metre alçalıp yükselmekte, aynı zamanda sağa-sola hareket etmektedir. Hillsdale sivil savunma yöneticisi William Van Horn yanında birkaç kişi ile gözlem yapmaya gider. Horn, verdiği ifade de, cisme yaklaştıkları zaman cismin yaydığı ışınların inanılmaz berraklaştığını, ardından devasa olan cismin yerden 300–500 metre yükselerek tekrar alçalmaya başladığını anlatır. En sonunda sabah 04.30 civarında cisim yok olur. Çevrede atmosfer, toprak koşulları, radyasyon ve bataklık gazları gibi onca test yapılır. Ancak hiçbiri bir UFO gözlemi olmuş olduğunu çürütecek kadar yeterli kanıt oluşturmaz.

Hükümet UFO araştırmaları emri veriyor

Dönemin ABD başkanı Gerald Ford, artan UFO gözlemleri ve ülkesinin bir uzaylı istilası endişesi yaşaması yüzünden o kadar rahatsız olur ki, olayın tamamen çözülmesi ister. 5 Nisan 1966 günü, UFO tartışması belki de inanması güç ama Amerikan kongresine sıçramıştır. Kongre yaptığı oturumlar sonunda, ülke çapındaki UFO esrarını çözmek için saygın bir üniversitenin görevlendirilmesini kararlaştırdı. Kazanan University of Colorado oldu. Üniversitede oluşturulan ekibin lideri ise Edward Condon’du. Condon, nükleer fizikçiydi ve kuantum mekanikleri alanında özelleşmişti. İkinci Dünya Savaşı’nda ise nükleer bomba ve radar teknolojisi çalışmalarında yer almıştı. İki senelik araştırmaların sonunda, 36 yazarın oluşturduğu, 1465 sayfadan oluşan, yarım milyon dolara mal olan ve yüzlerce UFO gözlemi olayını ele alarak oluşturulan “Project Bluebook” adlı rapor yayınlandı. Ancak sonuç bir hayal kırıklığıydı. Condon ve ekibi, yaşanılan olayların anormallik içermediğini, geleneksel açıklamalar ile izah edilebileceklerini savundu ve gelecek araştırmaların zaman kaybı olacağını belirtti.

Project Bluebook raporunun son kısmı “Sonuçlar ve Yorumlar”dı. Buradaki genel yorum ise şöyleydi: “Bizim genel olarak ulaştığımız sonuç, son 21 sene içinde bilimsel bilgi birikimine eklenen hiçbir şeyin UFO’lardan sağlanmadığıdır. Buna dayanarak, ileride yapılacak olan UFO araştırmalarının bilime katkısı olacağı beklentisinde olmak çok doğru olmayacaktır…” Ancak devam eden gözlemler tersini savunmaktadır.

17 Nisan 1966. Portage Country, Ohio’da şerif yardımcısı olan Dale Spaur ve Barney Deff, bir ihbar üzerine kırsal alandaki bir yolda terk edilmiş bir araç bulurlar. Aracın kapısı açıktır ve etrafta kimse yoktur. Aracı incelerken ağaçların arasından gelen bir ışık fark ederler. Işığa yaklaştıkça ışık iyice aydınlanır ve gözle bakılamayacak bir hal alır. İki polis arabalarına atlar ve telsizden ihbar edilen UFO’yu gördüklerini söylerler. Cisim yaklaşık 1 kilometre genişliğinde, yarım kilometre uzunluğundadır. Yaklaşık 170 km hızla hareket etmektedir. Cisim yerden yaklaşık 20 bin metre yükselir. Cisim metalik görünümlüdür, yüzeyi kendi kendini aydınlatan bir özelliğe sahiptir.

Takip esnasında telsizden iletişim kurdukları Wayne, Houston’da onlara katılır. Üçü bir benzin istasyonunda depolarını doldurmak için durduklarında, başka bir polis Frank Panzanella ile karşılaşırlar. UFO görüş alanlarındadır. Üçü Pennsylvania-Ohio sınırına kadar cismi takip eder. Ancak bir köprü altından geçerken izini kaybederler…

Tümgeneral John A. Samford’un 1952’de UFO gözlemleri hakkında yaptığı açıklama.