ChatGPT’ye göre yapay zeka kaç insanı işsiz bırakacak?

“Yapay zekanın (AI) sınır tanımayan yükselişi insanlık için ne gibi olumlu veya olumsuz sonuçlar doğuracak” sorusu, ChatGPT’nin ortalığı kasıp kavurduğu günlerde fazlasıyla trend. Goldman Sachs tarafından kısa süre önce yayınlanan raporun ardından, ABD merkezli bir danışmanlık şirketi bu soruyu ChatGPT’ye yönellti.

Kuzey Amerika merkezli “dışarıdan işe yerleştirme” (kariyer danışmanlığı diyebiliriz) hizmeti veren Challenger, Gray & Christmas şirketi, özel yapay zeka araştırma laboratuvarı OpenAI tarafından geliştirilen ChatGPT’ye “kaç insanı işsiz bırakabileceğini” sordu. Chatbot’un Kuzey Amerika için cevabı 4.8 milyon olarak belirdi. ChatGPT tarafından verilen miktar, chatbot ve büyük dil modelleri (LLM) tarafından işinden olabilecek insan sayısı konusunda endişeleri tetikleyecek boyutta değil (yalan söylemiş olabilir mi?). Yine de, Goldman Sachs’in küresel istihdam piyasasında neden olacağı işsizlik miktarı ile dengeli gibi duruyor.

Open AI tarafından bugüne kadar DALL-E ve DALL-E 2 olarak sunulan LLM modelleri, sözlü ifadeden yola çıkarak dijital görüntüler oluşturabilme yeteneğine sahip. İlk kez Ocak 2021’de sunulan DALL-E, derin öğrenme yolu ile sözlü ifadelerden görüntü üretmek için dil tahmin modeli GPT-3’ün kendisi için geliştirilen bir versiyonunu kullanıyor. API (uygulama programlama arayüzü) ile entegre edilebilen teknoloji, ChatGPT gibi kamuya açık.

Goldman Sachs’in kısa süre önce yayımlanan raporunda, yapay zekanın küresel istihdamı %18 daraltabileceği ifade edildi. Raporun hangi sektörlerin en çok tehdit altında olduğuna değinmeden önce ChatGPT’nin verdiği diğer cevaplara göz atalım. Chatbot’a göre LLM teknolojisinin gelecekte tepe taklak edebileceği sektörler şu şekilde:

  • Müşteri hizmetleri temsilcileri
  • Teknik yazarlar
  • Çevirmenler ve tercümanlar
  • Metin yazarı
  • Veri girişi denetleyicileri

ChatGPT’nin en başarılı olacağını iddia ettiği alanlar ise şu şekilde:

  • Veri bilimi,
  • Makine öğrenimi,
  • Bilgisiyar bilimi,
  • Matematik ve istatistik,
  • Robotik ve otomasyon,
  • İş sektörü.

Hangi sektörler “değişime maruz” kalmak zorunda?

Goldman Sachs raporu, yapay zekan tabanlı otomasyon teknolojilerinin küresel istihdam piyasasını nasıl etkileyeceğine dair şu verileri sundu:

  • Küresel istihdam piyasasının %25’i,
  • İdari görevlerin %46’sı,
  • Hukuki işlerin %44’ü,
  • Mimarlık ve mühendislik alanlarının %37’si,
  • İnşaat sektörünün %6’sı,
  • Tamir sektörünün %4’ü ve bakım sektörünün %1’i.

Rapor, küresel işgücücün %18’inin otomasyon aracılığı ile işsiz kalabileceğini belirtiyor. Dahası, ABD, Britanya, Japonya, Hong Kong gibi sanayisi güçlü bölge ve ülkelerde iş gücünün yaklaşık %28’nin tehdit altında olduğu vurgulanıyor.

Öte yandan, “prompt engineering” gibi hiçbir mühendislik geçmişi gerektirmeyen ve iyi maaşlı yeni mesleklerin doğuşu olumlu bir yenilik olarak görülüyor. Yine de, yüz milyonlarca kişinin endişesi uzun zamanda düşecek değil, artacak gibi görünüyor. Steve Wozniak, Rachel Bronson ve Elon Musk gibi isimler tarafından kaleme alınan ve AI deneylerinin sonlandırılmasını isteyen mektup, öenmli bir uyarı olabilir.

Young Reporters for the Environment: Çevrenin Genç Sözcüleri

Uluslararası ismi “Young Reporters for the Environment (YRE)” olan ve ülkemizde Çevrenin Genç Sözcüleri (ÇGS) olarak isimlendirilen program, gençleri çevre sorunlarını anlamaya yönelten ve onları bilinçlendirmek amacı ile çevre eğitimi yapan uluslararası bir programdır. Eğitim aracı olarak, gençlerin ilgisini çeken, çevre gazeteciliği yöntemi benimsemiş olup öğrencilerin bulundukları okul yerelinde çevre sorunların araştırıp inceleyerek, haber nitelikli makale, fotoğraf ve kısa video kaydı üretmeleri teşvik edilmektedir.

Çevre ve İklim Değişikliği Merkezi’nde Öğrencilerine ‘Sıfır Atık’ Eğitimi

Bu program kapsamında Bahçeşehir Özel Vizyon Anadolu Lisesi öğrencileri İstanbul’da sıfır atık projesiyle ilgili çalışmalar yürüten Zeytinburnu Belediyesinin Çevre ve İklim Değişikliği Eğitim Merkezini ziyarete gittiler.

Merkez iki kısımdan oluşuyor. Birisi atık getirme merkezi, diğeri de kompost kısmı. İlçe genelinde toplanan geri dönüşüm atıkları buraya gelip ayrıştırılıyor ve tekrar geri dönüşeceği fabrikalara gönderiliyor. Aynı zamanda da Çevre ve İklim Değişikliği Eğitim Merkezi olması sebebiyle öğrencilere sıfır atıkla alakalı eğitimler ve atölye çalışmaları yapılıyor. Bu merkez tamamıyla yeşil bir bina. Kendi elektriğini kendisi üretiyor. Yağmur suyuyla bitkiler sulanıyor, pazarlardan toplanan atıklarla kompost makinesinde kompost üretiliyor. Kaliforniya solucanları kompostların gübre olmasına yardımcı oluyor. Buradan üretilen gübrelerle çatı tarımı yapılıyor.

Bahçeşehir Vizyon Anadolu Lisesi’nin Genç Sözcüleri yenilikçi çözümlerle tasarlanmış bu merkezin işleyişi ve verilen eğitimler hakkında merkezde aktif görev yapan çevre mühendisi ile röportaj yaptılar. 2021’den bu yana aktif olarak Zeytinburnu Belediyesi’nin düzenlediği kompost ve solucan gübresinin yapılışı, süreci, kullanım alanları, çatı tarımı, arıcılık gibi faaliyetleri ve sağladıkları sürdürülebilirlik hakkında tüm çalışmaları öğrendiler. Bu merkez çevre dostu nesiller yetiştirmek amacıyla kurulmuştur. Eğitimler, çocuklardan yetişkinlere kadar geniş bir kitleye verilir. Geri dönüşüm önce bireysel daha sonra toplumsal farkındalık ve eylemle çözülür. Dolayısıyla iklim değişikliği ile verilen mücadelede toplumsal farkındalığın artması için ufak yaşta iklim değişikliği eğitimi ile çocukların önemsedikleri konularda, davranışlarında ve alışkanlıklarında iklim ön plana gelmeli. Böylelikle bilinçli, sorunların ve çözümlerin farkında olan nesiller yetiştirilebilir. Bu konuya dikkat çekip kendi haberlerini yapan bu gençlerin sesi olalım.

Goldman Sachs: ChatGPT 300 milyon tam zamanlı işi ortadan kaldırabilir

ABD merkezli çok uluslu yatırım bankası Goldman Sachs’a göre, ‘üretken yapay zekanın’ en trend örneği ChatGPT, küresel istihdam piyasası için tam bir kabusa dönüşebilir, yani kısmen.

Yapay zeka tabanlı yazılım ve donanımların özellikle sanayide insanlara kıyasla ne denli büyük bir performans avantajı sunduğuna fazla değinmeye gerek yok. Haliyle, yapay zekanın (AI) yükselişi üretim ve gelir açısından şirketlere ne kadar büyük fayda sağlayacak olsa da, çalışan nüfus için büyük bir endişe sunduğu gibi geleceğin dünyasına ait yeni iş alanlarının keşfedilmesi mücadelesini de tetikliyor.

ChatGPT fırtınasının estiği şu günlerde, yapay zekanın yükselişini bir fırsat mı yoksa tehdit mi olarak değerlendirmeye yönelik birçok araştırma ve yorum makalesi yayınlanıyor. Dünya Ekonomik Forumu’na (WEF) göre, ChatGPT gelecekte karşımızda çıkacak hayatı şekillendirici teknolojilerin sadece başlangıcı. Goldman Sachs ise kafanızdaki bir görüntüyü tasvirinize göre gerçekçi bir görüntüye dönüştüren veya özgün cümlelerle tez yazabilmek gibi gibi birçok yeteneğe sahip ChatGPT’nin küresel alanda istihdam krizine neden olacağını savunuyor.

Üretken AI, kullanıcının girdiği bilgiler doğrultusunda metin veya görsel gibi çıktılar sunabiliyor. Günümüzün tartışma konusu ChatGPT, ABD merkezli özel bir AI araştırma laboratuvarını temsil eden OpenAI tarafından ilk olarak Kasım 2022’de sunuldu. Fazlasıyla başarılı chatbot, kısa zamanda dikkatleri üzerine toplamayı başarırken, birçok teknoloji şirketi kendi AI sistemlerini geliştirmek adına ChatGPT’den ilham almış durumda:

  • Microsoft Bing arama motoru, ChatGPT güncellemesi ile kullanıcıların daha karmaşık sorularını yanıtlayabilmeye başladı,
  • Gizlilik odaklı arama motoru DuckDuckGo, aramalara tam cümleler ile cevap verebilmek adına geliştirdiği DuckAssist’te ChatGPT kullanıyor.
  • İş dünyası için iletişim aracı olarak kullanılan Slack, yakın zamanda ofis chat programına ChatGPT eklemeyi planlıyor.

Milyonlar işsiz kalacak mı?

ChatGPT’nin gelecekte ulaşmayı vaat ettiği potansiyeli göz önüne alarak ABD ve Avrupa başta olmak üzere küresel istihdam dünyasını inceleyen Goldman Sachs, tam teşekküllü bir chatbot’un 300 milyon insanı işinden edebileceğini belirtti.

Joseph Briggs ve Devesh Kodnani tarafından kaleme alınan rapor, küresel alandaki tüm mesleklerin üçte ikisinin kısmen AI otomasyonuna açık olduğunu ve yapay zekanın mevcut iş yükünün çeyreğini devralabileceğini savunuyor.

Goldman Sachs ve diğer kurumlardan çıkan yakın tarihli araştırmalar, yenilikçi yapay zeka araçlarının beyaz yakalıları doğrudan tehdit ettiği yönünde. Princeton, Pennsylvania ve New York üniversiteleri tarafından bu ay içinde yayımlanan bir diğer araştırmaya göre, ChatGPT’nin iş faaliyetleri açısından olumlu ancak istihdam açısından oldukça olumsuz etkileyeceği sektörler, yasal ve idari hizmetler olarak beliriyor.

Peki neden? Business Insider’a açıklama yapan makale yazarlarından Pennsylvania Üniversitesi’nden Manav Raj, yasal/hukuki hizmetler sektörünün AI otomasyonuna doğrudan ifşa edilmeye açık birçok küçük meslek grubu içerdiğini not düşüyor. Öte yandan, bir akıllı chatbot gerçekten küresel istihdam piyasasını alt üst etme potansiyeline sahip mi? Bu sorudan çok, yeniliklerin birçok kapı aralayacağına dikkat çekmek gerekiyor. Goldman Sachs, gelişen yapay zekanın iş maliyetlerini gözle görülür derecede azaltacağını öne sürerken, birçok yeni mesleğin de önünün açıldığını belirtiyor. Bir tanesi, AI chatbotlarını test etmeye dayanan ‘prompt engineering.’

Son olarak, ChatGPT gibi yenilikler küresel gayrisafi yurt içi hasılanın (GSYİH) artan üretim sonucu %7 civarında yükseleceğini öngörüyor.

Biyolojinin Yükselen Alanı: Kuantum Biyolojisi

      Ekoloji, viroloji, botanik gibi kavramlar hayatımızda uzun yıllardır bulunan biyoloji dalları ancak birkaç senedir bu kavramlara bir yenisi eklendi: kuantum biyolojisi. Eğer bir bilim insanı ya da biyoloji lisans öğrencisi değilseniz kuantum biyolojisi kavramını hala diğer kavramlar kadar sık duymuyor olabilirsiniz ancak kuantum biyolojisi son yıllarda ivmelenerek gelişiyor. Peki nedir bu kuantum biyolojisi?

Kuantum Nedir ve Nasıl Gelişti?

      Kuantum biyolojisinden bahsedebilmemiz için öncelikle kuantum nedir veya neyi inceler bunun bilinmesi gerekmektedir. Kuantum fiziği, madde ve enerjiyi anlama sürecinde klasik fiziğin açıklayamadığı ya da açıklamakta yetersiz kaldığı kavramları açıklamak için geliştirilmiş fizik dalıdır[1][2]. Örneğin, klasik fizik elektronların çekirdek etrafındaki (orbitallerdeki) hareketlerini açıklayamıyordu çünkü elektronlar çekirdek etrafında ivmeli hareket yapmaktaydı ve bu durumda elektronların foton yayarak enerji kaybetmeliydi ancak bu durumun sonucu olarak elektronlar çekirdeğe düşmeliydi. Klasik fiziğe göre bu hareketin sonucu atomun çökmesiydi yani madde var olamazdı.

      Fizikte ismini sıkça duyduğumuz bilim insanı Planck, bu durumu fark etti ve atom seviyesinde bir varsayım yaparak bu soruna bir açıklama getirmeye çalıştı. Yaptığı varsayım atom düzeyinde enerjinin ancak “quanta” denilen ufak birimlerle transfer edilebileceğiydi ve bu varsayım kendi ismiyle anılan bir sabitin kabul edilmesine yol açtı. Bugün bu sabit Planck sabiti olarak anılmakta ve fizikte ya da kimyada oldukça sık kullanılmakta (h=6.62607015 × 10-34 m2.kg / s). Planck’in yaptığı bu varsayım birçok gelişmeyi de beraberinde getirdi ve atom boyutundaki çalışmaların önünü açmış oldu. Kuantum sıçraması, çift yarıkta girişim deneyi, Einstein’in Nobel ödülü kazandığı fotoelektrik olayı (sanılanın aksine Einstein Nobel ödülünü özel görelilik teorisi ile değil fotoelektrik olayını açıklaması ile kazanmıştır), De Broglie dalga boyu, dalga-parçacık ikilemi vb. kavramlar kuantum dünyasında sıkça duyabileceğiniz ve atomu anlamak için veya anlatırken ortaya çıkmış kavramların bazılarıdır. Kuantumun kendisi başka bir yazıya hatta yazılara konu olacak kadar geniştir ancak kuantum, biyoloji ile nasıl ve neden ilişkilendirildi?[1][2]

https://pixabay.com/tr/photos/insan-evrimi-canland%c4%b1rma-g%c3%bcn-bat%c4%b1m%c4%b1-3801547/

Kuantum ile Biyolojinin Kesişimi: Kuantum Biyolojisi

      Bilim insanlarının kuantum fiziğini anlayışları ve kuantum fiziğindeki bilgileri geliştikçe kuantum artık diğer bilim dalları ile birleştirilmeye ve kuantum boyutundaki etkilerin daha makro boyuttaki olaylara etkisi araştırılmaya başlandı. İşte kuantum biyolojisi de tam olarak böyle gelişen bir alandı. Basitçe tanımlamak gerekirse, kuantum biyolojisi; canlılardaki fizyolojik olaylarda kuantumun etkili olup olmadığını ve eğer oluyorsa bu etkinin nasıl gerçekleştiğini anlamaya çalışan bir alandır yani kuantum ile biyoloji birleştirilmiştir. Son 20-30 senede moleküler biyolojinin gelişmesiyle birlikte moleküllerin hücreleri nasıl etkilediği zaten daha da anlaşılır hale gelmekteydi. Kuantum biyolojisi ile artık moleküllerden atom boyutuna doğru inilmeye başlandı demek çok da yanlış olmayacaktır. Kısacası klasik biyoloji canlıları ve hücreleri, moleküler biyoloji hücreleri ve molekülleri incelerken kuantum biyolojisi atomları inceleyip canlılar üzerindeki etkilerini anlamaya çalışıyor.

Kuantum Neden Canlılarda Etkili?

      Bütün biyolojik sistemler için kuantum etkisinden bahsetmek ya da gözlemlemek çok mümkün değildir çünkü canlıların kompleks yapıları işin içine kuantum girince çözülmesi oldukça güç diferansiyel denklemleri beraberinde getiriyor[3]. Zaten uzun yıllar boyunca fiziğin ve biyolojinin yollarının çok kesişmemesi ya da kuantum etkilerin canlılarda bahsedilmemesi bu tür zorluklardan kaynaklanıyordu. Ancak gelişen teknolojilerle beraber artık bu denklemleri çeşitli biyolojik sistemlerde çözmek mümkün hale gelmeye başladı ve kuantum biyolojisi adını yavaş yavaş duyurmaya başladı. Biyolojik sistemlerde kuantum etkilerinin tespit edildiği durumlar başlıca fotosentez mekanizması, kuşlardaki ya da kuşlarla ilişkili canlılardaki manyetik alanı algılama yetenekleri olarak belirtilebilir. Kuantum etkisinin, canlılarda fizyolojik etkilere yol açmasının kanıtlanması ile birlikte bilim insanları bu etkilerin nasıl ve neden oluştuğunu sorgulamaya başladı. Önce açıklaması daha basit olan kuantum etkilerinin neden oluştuğunu açıklamak gerekirse, canlıların kuantumu etkili bir şekilde kullanabilmesi onlara evrimsel süreçte bir avantaj kazandırmış ve bu yüzden kuantumu efektif kullanabilen canlılar doğal seçilim tarafından seçilmiş denilebilir.  Yapılan araştırmalar kuantum etkisinin çok yüksek düzeylere ulaşamadığını belirtse de evrimsel süreçte özellikle bakteri gibi alt düzey canlılarda bu tarz ufak evrimsel avantajlar çok büyük öneme sahip olabiliyor. Fotosentezi %2 daha verimli gerçekleştirebilen bir siyanobakteri, kendi türü içerisinde daha çok üreme ve hayatta kalma fırsatına sahip olup genlerini popülasyon içinde daha çok yayabilir, yani doğal seçilim tarafından seçilebilir. İşte kuantumu efektif kullanabilen canlılarda da bu durum yaşanmışa benziyor. Peki, canlılar kuantumu nasıl kendi yararları için kullanıyor?[3]

Kuantum ve Fotosentez

     Fotosentez mekanizması canlılık söz konusu olduğunda en önemli mekanizmalardan biri hatta belki de en önemlisi olarak bilim insanların karşısına çıkar çünkü canlıların ihtiyaç duyduğu enerjinin büyük çoğunluğu doğrudan ya da dolaylı olarak fotosentezden karşılanır[3]. Fotosentez mekanizmasında bitkilerde ya da fotosentetik bakterilerde bulunan ışık toplayıcı kompleksler (pigmentler, proteinler vb. şeyler bütünü) güneş ışığını foton formunda elektronik uyarım olarak yakalar. Yakalanan bu foton ışık toplayıcı komplekslerdeki antenlerden geçerek fotosentez reaksiyon merkezine ulaşır ve burada kimyasal enerjiye dönüştürülür. Bu dönüşüm sırasında çeşitli pigmentler kullanılır ve reaksiyonun verimliliği kullanılan pigmentin yapısı ya da özelliklerine göre kolayca etkilenebilir. Yeşil sülfür bakterilerinin FMO (Fenna-Matthews-Olson) kompleksi en çok çalışılmış ve yapısı en iyi bilinen ışık toplayıcı komplekslerden bir tanesidir. FMO kompleksinin oldukça ufak yapısı ve suda çözünebilme özelliği bu kompleksi bilim insanlarının çalışması için uygun bir aday yapmakta ancak bu özelliklerinin yanı sıra FMO ışık toplayıcı kompleksini diğerlerinden ayıran bir özelliği de yakaladığı fotonların neredeyse %100’ünü reaksiyon merkezine iletebilmesidir (Yani FMO kompleksi neredeyse %100’e yakın bir verimlilikle çalışabiliyor).

      Kuantum, işte tam olarak bu noktada devreye giriyor. Bilim insanları önce çok düşük sıcaklıklarda (yaklaşık 70 Kelvin ki bu -203,15 °C ediyor)   bu komplekste kuantum etkilerinin göz ardı edilemeyecek düzeyde etkili olduğunu buldu ve daha sonra bu etkilerin oda sıcaklığında da bulunduğunu belirtti. FMO komplekslerinde kuantum uyumluluk, fotonların reaksiyon merkezine gitmesini sağlayan elektron uyarımlarının daha verimli gerçekleşmesini sağlıyor ve bu da canlılara belirli düzeyde avantaj sağlıyor. Yukarıda da belirtildiği gibi kuantum etkisinin sağladığı verimlilik yüzdelik olarak oldukça ufak olsa da evrimsel süreçte bu ufak verimlilik farkı özellikle bakteriler için oldukça önemli olabilir çünkü evrimsel süreçte fotosentez mekanizmasını bulunduğu ortamda en verimli gerçekleştirebilen ve bunu gerçekleştirecek uygun pigmentlere sahip olan canlılar doğal seçilim tarafından seçilir, çoğalır ve genlerini yayma fırsatı bularak gelecek nesillerin çoğalmasını sağlar. Kısacası, kuantum uyumluluk fotosentez mekanizmasının verimliliğini arttırmış ve bu yüzden bazı canlılarda doğal seçilim tarafından seçilmişse benziyor ancak bilim insanları hala kuantum etkisinin varlığından bahsederken şüpheci yaklaşılması gerektiğini belirtiyor çünkü kuantum etkisi henüz in vivo deneylerle kanıtlanmadı[3].

https://pixabay.com/tr/photos/yaprak-fotosentez-sonbahar-mevsimi-3716035/

Kuantum ve Kuşların Manyetik Alan Algısı

     Kuantumun canlılar üzerindeki etkisi konuşulurken en çok gündeme gelen bir diğer özellik de kuşların manyetik alanı algılama yetenekleridir (Eng: magnetoreception)[3]. Kuşların bu özelliği türden türe çeşitli farklar gösterse de genel olarak göç eden kuşların kullandığı bu özellik kuşların yön bulmasını sağlıyor. Kuşların manyetizmayı yön bulmada nasıl kullandıkları hala tam olarak bilinmiyor ve bu konuda farklı hipotezler bulunmakta. Manyetik demir minerallerinin kuşlardaki bu algılama yeteneğinden sorumlu olduğu düşünülmekteyken yapılan bazı davranışlar deneyler durumun manyetik demir mineralleri ile ilgili olmadığını, bunun yerine fotoreseptörler ve dışsal titreşen manyetik alanların (Eng: external oscillating magnetic fields) etkili olduğunu işaret etmeye başladı. Yapılan son deneyler, göçebe kuşların retinasında bol miktarda bulunan kriptokrom proteinleri yardımıyla manyetik alanı algıladıklarını gösteriyor. Kriptokrom proteinin radikal-çift oluşturucu molekülünde (Eng: radical pair) ışığın neden olduğu bir elektron transferi gerçekleşmeye başlıyor ve bu molekül radikal-çift oluşturucu başka bir moleküle bağlanıyor. Daha sonra tekli ve üçlü halde bulunan elektron çifti durumları oluşuyor ve çok daha karmaşık reaksiyonların meydana gelişi tetiklenmiş oluyor. Bu karmaşık reaksiyonlarda önemli olan kilit nokta, ufak manyetik alan değişimlerinin etkili oluşu. Göçebe kuşlar retinalarında bulunan kriptokrom proteini sayesinde yönlerini bulurken ufak manyetik alan değişimlerini bile kullanabiliyor ve kuantum da bu noktada işin içine giriyor. Tekli ve üçlü halde bulunan elektron çifti durumları kuantum boyutundaki olaylardan etkileniyor ve böylece kuşların yön bulmasında kuantum etkili olmuş oluyor. Tabii ki olay kuantum bu elektron çifti durumlarını etkiliyor denebilecek kadar basit değil ancak genel bir görüş oluşturmak açısından bu noktada basit ve tatmin edici bir açıklama.

https://pixabay.com/tr/photos/yal%c4%b1%c3%a7apk%c4%b1n%c4%b1-ku%c5%9f-kapatmak-oturma-2046453/

      Kuantum etkilerinin canlılardaki yalnızda fotosentez ve manyetik alan algılama ile kalmıyor. Son yıllarda yapılan deneyler ve araştırmalar uzun menzilli elektron tünelleme, hidrojen tünelleme vb. çeşitli kuantumsal etkilerin canlılardaki redoks reaksiyonları ve enzim katalizlemesi gibi durumlarda etkili olabileceğine işaret ediyor. Kuantum biyolojisi moleküler biyolojideki ve kuantum teknolojilerindeki gelişmelerle birlikte daha da gelişecek gibi görünüyor[3].

Referanslar

[1] What is quantum physics? Caltech Science Exchange. (n.d.). Retrieved December 17, 2022, from https://scienceexchange.caltech.edu/topics/quantum-science-explained/quantum-physics

[2]Quantum Physics. (n.d.). Retrieved December 17, 2022, from http://abyss.uoregon.edu/~js/cosmo/lectures/lec08.html

[3] Lambert, N., Chen, YN., Cheng, YC. et al. Quantum biology. Nature Phys 9, 10–18 (2013). https://doi.org/10.1038/nphys2474

Siyasi Olaylar Uykuyu Nasıl Etkiler?

Toplumların pandemi, dijitalleşme ve refah seviyesinin artmasıyla siyasi ve güncel olaylara tepkisiz kaldığı söylense de yapılan son araştırmalar gösteriyor ki büyük sosyopolitik olaylar, genel halkın duygusal durumunu, uyku süreçlerini ve yeme içme alışkanlıklarını belirli bir süre boyunca etkileyebiliyor. Özellikle hâkim görüş, seçimler gibi merakla beklenen bu olayların strese neden olabileceğini ve refahı bozabileceğini öne sürse de bu ilişkiyi araştıran çok az araştırma yayınlandı.

Ülkenin siyasal, kültürel ve toplumsal yapılarına yön verecek kesim olarak görülen gençlerin dünya genelinde son 20 yıldır apolitikleştiği ve gelecek planlarını hazırlarken daha bireysel ya da ticari kararlar verdiği dile getirilmektedir. Bu durumun oluşmasında siyasal anlamda iniş çıkışlar da neden olmaktadır. Toplumun diğer kesimlerinin ve gençlerin ümidini artık siyasallaşmış kurumlardan ve kişilerden kesmesi onların farklı arayışlar içine girmesini ve güncel meseleleri gündemlerinden çıkarmasını doğurmaktadır.

Tüm bu analizlere rağmen, yapılan son araştırmalara göre siyasi ve sosyopolitik olaylar toplum nezdinde belirleyici bir etkiye sahip olma kimliğini koruyor. Özellikle seçimler gibi merakla beklenen bu olayların strese neden olabileceğini ve refahı bozabileceğini öne sürse de bu ilişkiyi araştıran belli başlı araştırmalar yeni yeni yapılmaya başlandı.

Ulusal Uyku Vakfının Uyku Sağlığı dergisinde yayınlanan bulgular, önemli siyasi olayların halkın ruh halini ve bunu değiştiren diğer faktörleri olumsuz etkilediğini gösteriyor. Araştırma, halkın toplu ruh hali, refahı ve özellikle alkol tüketimindeki önemli dalgalanmalarla ilişkili olan büyük politik ve sosyal olayların uyku üzerinde nasıl küresel etkileri olabileceğini bizlere anlatıyor.

Araştırma ekibi COVID-19 salgınının uyku ve psikolojik anlamdaki etkilerini araştıran daha büyük bir çalışmanın parçası olarak, 1-13 Ekim 2020 (seçim öncesi) ve 30 Ekim-30 Kasım tarihleri ​​arasında her gün Amerika Birleşik Devletleri’nde 437 katılımcı ve 106 uluslararası katılımcıyla anket yaptı. Katılımcılardan uyku sürelerini ve kalitelerini, alkol tüketimlerini ve genel olarak stresle bağlantılı deneyimlerini bildirmeleri istendi. Yanıtları, uyku miktarının ve etkinliğinin azaldığını, seçim döneminde artan stres, olumsuz ruh hali ve alkol kullanımı olduğunu ortaya çıkardı. Bu sonuçlar, ABD dışındaki katılımcılarda daha düşük bir düzeyde gözlemlenirken, kötüleşen sağlık koşulları ve artan alkol tüketimi yalnızca ABD’de ikamet edenler arasında ruh hali ve stres ile önemli ölçüde ilişkiliydi.

Her sabah yerel saatle 08:00’de verilen günlük anketlerde ankete katılanlardan uyku saatlerini, uykuya dalmak için gereken süreyi, gece boyunca uyanma sayısını, sabah uyanma saatini ve şekerlemede geçirilen süreyi kaydederek bir önceki gecenin uykusunu değerlendirmeleri istendi. Ek olarak önceki gece tüketilen alkol miktarı da değerlendirmelerde önemli bir rol oynadı.

Araştırma sonuçlarına göre ABD’li katılımcılar, ABD dışındaki meslektaşlarının yaşamadığı benzer bir depresyon modeli bildirdiler. Hem uyku durumlarında verimsizlik hem de yatakta önemli ölçüde az vakit geçirme koşulları altında kalan ABD’li katılımcılar seçim sonuçlarından sonra da benzer belirtileri gösterdiklerini ifade ederken ABD’li olmayan katılımcılar, seçimin ilan edilmesinden sonraki gün olumsuz duygu durumlarında ve depresyonlarında önemli düşüşler bildirdiler.

Yazarlar, sonuçların yorumlanmasının, katılımcıların çoğunluğunun deneyiminin tercih ettikleri siyasi adaya bağlı tepkiler olması nedeniyle sınırlı olduğunu vurgulamaktadır. Siyasi stresin halkın ruh hali ve genel halk için uyku üzerindeki etkilerini doğrulamak için daha temsili ve çeşitli bir örneklemle daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğunu belirtmektedirler.

Sonuç olarak bilim insanları, davranıştaki bu değişikliklerin ABD’li katılımcıların ruh halini ve refahını nasıl etkilemiş olabileceğine baktıklarında, uyku ve içki içme, stres, olumsuz ruh hali ve depresyon arasında önemli bağlantılar buldular.

Kaynakça

Cunningham, T. J., Fields, E. C., Denis, D., Bottary, R., Stickgold, R., & Kensinger, E. A. (2022). How the 2020 US Presidential election impacted sleep and its relationship to public mood and alcohol consumption. Sleep Health. https://doi.org/10.1016/j.sleh.2022.08.009

Rusya-Ukrayna Savaşı Dünya Ekosistemini Nasıl Etkileyecek?

Uzun süre mücadele ettiğimiz COVID-19 pandemisi artık sonra yaklaşırken dünya bu sefer olası bir Üçüncü Dünya Savaşı riskiyle karşı karşıya geldi. Takvimler 24-25 Şubat’ı gösterirken Rusya Ukrayna’ya askeri bir operasyon başlattı. Tüm dünyada çanların çalmasına sebep olan bu olay dünya hükümetlerini endişelendirmeye başladı çünkü bu operasyon olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın başlangıcı olabilirdi.

Daha önce deneyimlediğimiz dünya savaşları bize tüm ülkelerin birbirine savaş açmasının o kadar da uzak bir ihtimal olmadığını zaten göstermişti. Rusya’nın bir nevi Avrupa ile tampon görevi gören Ukrayna’ya savaş açması özellikle Avrupalı devletleri endişelendirmeye başladı. Bu savaş devletleri endişelendirmekle kalmadı tabii ki. Rusya ve Avrupa’nın arası gerildikçe Rusya Avrupalı devletleri doğal gaz ile tehdit etmeye başladı ve Avrupa’da soğuk kış aylarında ısınma problemi gündem haline geldi. Durum sadece ısınma sorunu ile de kalmıyor, koskoca bir sanayi ağı Rusya’dan gelen doğal gazdan etkileniyor.

Tüm devletleri ve insanlığı endişelendiren bu savaş aslında bizlere insanlık olarak bazı kavramlarda hala ne kadar ilkel olduğumuzu ve tür olarak alacak çok yolumuzun olduğunu gösteriyor. Savaşın siyasi etkilerini bir kenara bırakacak olursak insanlık olarak yaptığımız en ufak eylem bile doğrudan ya da dolaylı olarak içinde yaşadığımız Dünya’yı etkiliyor. Olası bir Üçüncü Dünya Savaşı da Dünya ekosistemini direkt etkileyecektir. Peki Rusya-Ukrayna savaşı Dünya’mızı nasıl etkileyecek?

pixabay

Savaşlara Ekolojik Bir Yaklaşım

Yukarıda da belirtildiği gibi insanlık olarak, ya da daha genel anlamıyla canlılar olarak yaptığımız her eylemin Dünya’mız üzerinde bir etkisi var. Ekoloji’nin en önemli kurallarından birisi “hiçbir zaman sadece tek bir şey yapamazsın” (Eng: You can never do just one thing) kuralıdır. Bunun anlamı, Ekoloji’ye göre yapılan her eylemin bir de sonucu vardır. Yapılan eylemin etkisine göre canlıların yaşadığı fiziksel çevre ya da canlıların kendisi bundan etkilenecektir.

“Her şey bir yere gider” (Eng: Everything goes somewhere) kuralı ilk kural gibi Ekoloji’de önemli kavramlardan bir tanesidir ve maddelerin kaybolmadığını hepsinin bir yere giderek belirli etkilerinin olduğu anlamına gelir. İki önemli ekolojik terimden bahsettik ve tahmin edilebileceği gibi bu ekolojik kavramlar Rusya-Ukrayna savaşının Dünya üzerindeki ekolojik etkilerini kavramamız için anahtar kavramlardır. Şimdi bu kavramlar temelinde Rusya-Ukrayna savaşının ve olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nın Dünya ekolojisi üzerindeki etkilerini ele alacağız.

Ormanların Kaybedilmesi

Günümüzde yüzleştiğimiz en büyük ekolojik sorunlardan bir tanesi ormansızlaştırma kavramıdır (Eng: defrostration). Ağaçlar, ihtiyaç duyulan fotosentezin çok önemli kısmını karşılayan canlılardır ancak ekolojik faydaları sadece fotosentez ile sınırlı kalmaz. Aynı zamanda birçok canlıya ev sahipliği yapar ve birçok canlının doğal ortamında saklanması ya da hayatta kalması için gerekli şartları yerine getirir. Ülkelerin ekonomik gelişmeler için ağaçları kesmesi yıllardır süregelen olumsuz bir eylem ancak savaşların artması ormansızlaştırılmanın artacağına işaret ediyor çünkü ülkelerin ekonomileri savaştan olumsuz etkileniyor.

Devletler kaybettikleri ekonomik büyümeyi daha çok endüstriyel faaliyet göstererek kapatmaya çalışıyor, yani daha fazla hammadde için daha fazla ağaç kesimi yapılıyor. Bu durum birçok canlının doğal ortamını kaybetmesine, neslinin tükenmesine yol açıyor ancak olumsuz sonuçları tahmin edilebileceği gibi bununla kalmıyor. Fotosentez mekanizması da olumsuz etkileniyor ki bu da doğrudan canlıların besin kaynaklarının azalması demek. Olası bir Üçüncü Dünya Savaşı’nda şu an el değmemiş yağmur ormanları da muhtemelen endüstriyel amaçlar için tahrip edilecek ve hayal bile etmek istemeyeceğimiz senaryolarla karşı karşıya kalacağız.

pixabay

Küresel Isınma

Küresel ısınma kavramı aslında yeni yeni karşımıza çıkan bir kavram değil. Uzun yıllardır küresel ısınma terimini duyuyoruz ve önlem almamız gerektiğini biliyoruz. Sanayi Devrimi ile birlikte Dünya’da küresel sıcaklıklar sürekli artış gösteriyor. 1850 yılından günümüze (2022 yılına kadar diyebiliriz) Dünya’nın küresel sıcaklığı yaklaşık 2 derece arttı. İnsanlar olarak 2 derece sıcaklık artışı çok olumsuz gibi gözükmeyebilir çünkü biz bu sıcaklık artışını fizyolojik olarak tolere edebiliriz çünkü Homo sapiens türü olarak milyonlarca hücreden oluşan çok hücreli canlılarız. Ancak Dünya’daki aktif yaşamın %99.9’unu tek hücreli canlılar oluşturuyor ve tek hücreli canlılar 2 derecelik bir sıcaklık artışını insanlar kadar tolere edemez.

Bu seviyenin üstündeki sıcaklık artışları birçok tek hücreli canlının yok oluşuna sebep olacak. Bu tek hücreli canlıların yok oluşu Dünya’nın metabolizmasını olumsuz etkileyecektir. (Metaforik olarak Dünya’yı bir canlı olarak düşünürsek küresel sıcaklık, radyasyon oranları vb. faktörler Dünya’nın metabolizması olacaktır.) Ayrıca, bu sıcaklık artışı birçok balık ve bitki türünü de olumsuz etkileyecek ve onları doğal habitatlarında yaşayamaz hale getirecek. Hepinizin tahmin ettiği gibi insanların yaşamak için bu canlılara ihtiyacı var. Yani fizyolojik olarak biz bu sıcaklık artışında hayatta kalabilsek bile yaşamlarımıza devam etmek için ihtiyaç duyduğumuz canlılar hayatta kalamayacak. Dolaylı olarak bizler de kendi yok oluşumuza doğru gidiyor olacağız.

nasa

Ülkelerin küresel sıcaklık artışını durdurmak için bir araya geldiği Paris İklim Anlaşması, sıcaklık artışını 21’inci yüzyılın sonuna kadar 2 derece ile hatta mümkünse 1,5 derece ile sınırlı tutmayı amaçlamaktaydı. Ancak 2016 yılında imzalanan bu anlaşmadan yaklaşık 5 sene sonra küresel sıcaklık artışının çoktan 2 derece sınırına yaklaştığını görüyoruz. Durum bu haldeyken Rusya ile Ukrayna arasında yaşanan savaş ekolojik olarak bizi bir yok oluşa götürebilir. Savaş demek silah demektir ve silah için devletlerin çok büyük endüstriyel faaliyetlere ihtiyaçları vardır. Yüksek endüstriyel faaliyetler CO2 emisyonunu arttıracak ve küresel sıcaklık yükselişini hızlandıracak etkilerde bulunacak.

Daha kötü bir senaryoda Üçüncü Dünya Savaşı çıkacak ve tüm ülkeler çok ciddi bir silah üretimine girerek sıcaklık artışlarını çok yüksek boyutlara getirecek. Sıcaklık artışı eğer 4-6 derece boyutuna gelirse insan türünün varlığı bile tehlikeye girecek boyutlara girecek. İnsanlık kendi yok oluşuna doğru büyük bir hızla giderken insanların hala kendi içinde savaşması yazının başında da belirtildiği gibi düşündüğümüzden daha ilkel olduğumuzu kanıtlıyor. Aşağıdaki resimlerde NASA’nın hazırladığı küresel sıcaklık haritasını görüyorsunuz. İlk fotoğraf 1884 yılına aitken ikinci görüntü günümüzü temsil ediyor.

nasa

İkinci görüntüde de görüldüğü gibi küresel sıcaklıktaki yükseliş en çok kutupları etkiliyor. Bunun kaçınılmaz bir sonucu ise Dünya’daki salgın hastalıkların ve pandemilerin artması olacak çünkü kutuplardaki donmuş topraklar yavaş yavaş eriyor ve bu topraklarda donmuş halde bulunan virüsler aktif hale geçiyor. Aktif hale geçen virüsler belki de insanların daha önce hiç karşılaşmadığı ve ölümcül virüsler olabilir ki bunun anlamı çok ölümcül pandemilerin yolda olması demek. Coronavirüsler hayatımızda uzun süredir bulunmasına rağmen COVID-19 pandemisi global ölçekte dünyayı bu kadar etkilemişken daha önce hiç karşılaşmadığımız bir virüsün yayılması çok daha kötü senaryoları beraberinde getirecektir.

CO2 Emisyonu

Karbon dioksit emisyonu ve küresel sıcaklık artışı aslında birbirleri ile çok benzer senaryolar doğuruyor hatta birbirleri ile ilişkililer. CO2 emisyonundaki artış küresel sıcaklık artışlarına yol açıyor ancak CO2 emisyonunun artması sadece buna yol açmakla kalmıyor. Dünya atmosferinde bulunan greenhouse gases (sera gazları) olarak adlandırılan gazlar, güneş ışığından gelen radrasyonun infrared radrasyon olarak geri gönderilmesinde önemli görev alıyor.

CO2 gazı da sera gazlarından birisi ve en önemlilerinden biri. CO2 emisyonundaki artış bu dengeyi bozuyor ve güneş ışığıyla birlikte gelen radyasyonun yansıtılması bozuluyor. Silah endüstrisinin artışı CO2 emisyonunu yıkıcı boyutlarda arttıracaktır. Şu an bir anda CO2 emisyonunu sıfıra indirsek bile Dünya’ya verdiğimiz zarar artık geri döndürülemez biçimde yani uzun vadede bizi etkileyecek. Ancak Dünya’ya zarar vermeye devam edersek belki de insanlık olarak kendi sonumuzu getireceğiz. Yani savaşlar ve bunların sonucunda gelen endüstriyel faaliyetler kendi sonumuza giden yolu açıyor olabilir.

Aşağıdaki görüntülerde 2002 yılındaki CO2 emisyonu ile 2022 yılındaki CO2 emisyonu haritası gösterilmektedir. Haritalar yine NASA’dan alınmıştır. İlk haritada 2002 yılı gösterilirken ikinci haritada 2022 yılı gösterilmektedir.

nasa
nasa

Haritada fark edileceği üzere Çin’in yoğun sanayi bölgelerindeki CO2 emisyonu dünyanın geri kalanından daha koyu. Bunun sebebi Çin’in devasa endüstrisinden kaynaklanıyor. Olası bir Üçüncü Dünya Savaşı ile tüm ülkeler silah ve benzeri teçhizat üretimine ağırlık verecek ve bu endüstriyel faaliyetler CO2 emisyonunu geri döndürülemez biçimde arttıracak.

Bombalar ve Olası Bir Nükleer Savaş

Ekolojik tahribat boyutu gözle en çok fark edilecek faaliyetler bombalar olabilir. Bombaların atıldığı bölgelerdeki ekosistem neredeyse tamamen yok olmaktadır. Patlamanın etkisiyle bölgede bulunan canlılar ölürken patlama esnasında ortaya çıkan çok yüksek ısı habitatın da zarar görmesine yol açıyor. Yani sadece organizmalar değil fiziksel çevre de bomba kullanımından yıkıcı biçimde etkileniyor. Kullanılan bombanın türüne ve büyüklüğüne göre de çevreye verdiği etki değişiyor.

Rusya-Ukrayna savaşında iki taraf da sıkça bomba kullanıyor ve tabii ki sıcak savaş bölgelerindeki ekosistemleri yok ediyor. Ancak, iki ülke arasında yaşanan savaş eğer küresel bir boyuta ulaşırsa nükleer savaş tehlikesi akıllara geliyor. Gezegenimiz daha önce birkaç kez nükleer bombalar ile yüzleşti ve insanlık olarak bunların sonuçlarını çok iyi biliyoruz. Eğer nükleer bir faaliyetin ekolojik etkisini görmek istiyorsanız Çernobil’i ele alabilirsiniz.

1986 yılında gerçekleşen bir nükleer kaza sonucu, Çernobil ekosistemi neredeyse tamamen yok oldu. Yaşanan facianın üstünden yaklaşık 40 yıl geçti ancak fiziksel çevre hala canlı yaşamı için uygun değil. Olası bir Üçüncü Dünya Savaşı senaryosunda nükleer savaşa gidilmesi gezegenimizin tamamen Çernobil’e dönüşmesine yani canlıların ya da daha iyimser bir ifadeyle insanlığın yok olmasına sebep olabilir.

İTÜ’de Yeni Bir Oluşum: Beeology

Bu yazı İTÜ’de yeni bir oluşum olan Beeology’de yer alan yazılardan sadece birisi. Beeology, İTÜ’nün Biyoloji dergisi olarak okuyucuların karşısına çıkmaya hazırlanıyor ve İTÜ’de Biyoloji’ye ilgisi olan öğrencileri bir araya toplamayı amaçlıyor. İTÜ MBG Öğrenci Kulübü’ne bağlanan bu dergi İTÜ MBG Kulübü’nün her yıl gerçekleştirdiği ve bu yıl 11-12-13 Kasım’da on beşincisi düzenlenecek olan uluslararası kongrede online olarak yayımlanacak. Daha sonra fiziksel olarak da bastırılacak ve önce İTÜ’lülerle daha sonra farklı kitlelerdeki okuyucularla buluşacak.

Bilim Karşıtlığı Nasıl Yükseliyor ve Nasıl Önüne Geçilebilir?

0

Antik Yunan felsefecilerinin günümüze kadar ulaştırdığı kültürel bir miras olan hitabet bugün de etkisini devam ettiriyor. Bir kişi iyi hitap ediyorsa birçok kişiyi farklı kanallarda ikna etmenin yolunu bulabilir. Son dönemlerde küresel anlamda yaşanılan iklim krizi, toplumsal cinsiyet ve aşı gibi olaylarda bundan birkaç yüzyıl önce toplumun çoğunluğunun gösterdiği refleks bugün gösterilmiyor. 2020 yılında tüm dünyada patlak veren ve insanların hayatını solunum yolu gibi çok temel bir hadiseyle tehdit eden COVID-19 salgınında bunun örneği görüldü. Salgının bitmesi için çeşitli ülkelerde üretilen aşılar toplumdaki dezenformasyonu ve bu yanlış bilgilere inanan insan sayısını artıran bir olay oldu.

Ohio Eyalet Üniversitesinde yapılan bir araştırma sonucunda bilim karşıtı inançların dört temel üzerine kurulduğu görüldü. Bu temeller: Bilimsel kaynakların inandırıcılıktan yoksun olduğunu düşünmek; bilim karşıtı tutumlara sahip gruplara fikirsel yakınlık; kişinin mevcut inançlarıyla çelişen bilimsel bir mesaj ve bir mesajın nasıl sunulduğu ile bir kişinin düşünme tarzı arasındaki uyumsuzluktur. Bu dört ana sebebin toplumdaki yansımalarını görmek bilim karşıtlığına karşı çözüm üretebilmenin ilk odak noktasını oluşturmaktadır.

Araştırmacılar aynı zamanda modern dünyada siyasi ideolojilerin de giderek önemini artırdığını söylemektedir. Eskiden bilim ve siyasetin birbirinden ayrı olduğu fakat İkinci Dünya Savaşı ve sonrasındaki dönemde bilimin ve siyasetin ortak amaçlar edinmeye başladığı görüldü. Siyaset insanların kimliğinin temel bir parçası olmaya başladığı anda sahip olunan görüş iklim değişikliği veya aşı gibi bilimsel çözümleri bulunabilecek konulara nasıl tepki verileceğini etkiler çünkü yeni bilimsel bilgileri insanlara kabul ettirmek insanların mevcut siyasi ve ideolojik fikirlerini değiştirmekten çok daha zordur.

Bilimsel Bilgi Nasıl Yaygınlaştırılabilir?

Bugün bilim karşıtlığına karşı üretilen fikirlerle mücadele edebilmenin en iyi yolu bilim insanlarının ve bilimsel bilginin halkla ve medyayla olan temasında dikkatli olmasıdır. Bilimsel bilgiyi basit ve sade yöntemlerle anlatmak önemlidir ancak bu bilim karşıtlarının anlattıklarını göz ardı ederek değil onları da kullanarak mümkün olmalıdır.

Araştırmada bilimi reddeden insanlarla ortak bir zemin bulmanın onları ikna etmede önemli bir kabul olduğu görülmüştür. Bu ortak zemin bilimsel bilgi içermese bile size tamamen karşı olduklarını düşündükleri bir noktada ortak nokta görmek bilim karşıtlarının savunmasını aşağı çekecektir. Bu yüzden daha çok bilim insanının çalışmaları hakkında kuracağı iletişim stratejisi ve psikolojisi üzerine yoğunlaşması gerekiyor. Bilim karşıtı oluşumlar her fırsatta fikirlerini yaymak için uğraşırken bilimsel bilgi onlar kadar şanslı ve talepkâr değil. Bu sebeple ele geçirilen fırsatları doğru değerlendirmek ve bilimin toplum gözünde değerini artırabilmek için tamamen kanıta dayalı fikirlerin öne sürülmesi elzemdir.

Her ne kadar bilim karşıtlığının yükseldiğini ve toplumda daha görünür hale geldiğini söylesek de gerek aşı oranları gerek iklim krizinin önüne geçilmesi için alınan önlemler toplumda karşılık bulmuyor değildir. Özellikle koronavirüs salgını çıktıktan ve insanlar sokağa çıkma yasaklarıyla evlere kapandıktan sonra tüm gözler bilim insanlarına yönelmiş ve ivedi bir çözüm bulunması istenmiştir. Ülkelerde hükümetlerle birlikte çalışan bilim kurulları oluşturulmuş ve karar alma sürecine onlar da dahil edilmiştir. Bugün sosyal medya ve diğer platformların belli düşüncelerdeki insanların fikirlerini yaygınlaştırmasını kolaylaştırmasından dolayı çeşitli düşünce yapılarının kendilerine rahatlıkla sempatizan toplayabilmesi endişe yaratırken bunun önüne geçilmesi de ancak ve ancak bilimsel metodu uygulamak ve uygulayıcıların sesini duyurmakla mümkündür. Bilimsel paradigma belirli dönemlerde değişkenlik gösterse de bilim karşıtlığının artmasına imkân verilmeden cevaplar üretmenin mümkün kılınması gerekmektedir.

Kaynakça

https://www.sciencedaily.com/releases/2022/07/220711163156.htm

https://www.newstatesman.com/politics/2019/01/in-the-post-truth-world-we-need-to-remember-the-philosophy-of-science

Telefonlar Evrilmeye Devam Ediyor: iPhone 14 Pro ve Galaxy Z Fold

Apple’ın Dynamic Island ve Samsung’un katlanabilir telefonları, telefonlarımızdaki uygulamalar ile nasıl etkileşimde bulunduğumuzu değiştirmeyi amaçlıyor olabilir mi?

Apple ve Samsung, bir akıllı telefondan beklenilenleri daha öteye taşımaya çalışıyor gibi görünüyor; tabii iki marka da bunu oldukça farklı şekillerde uyguluyor. Apple, iPhone 14 Pro’daki Dinamik Adası özelliğiyle iPhone yazılımının uygulamalardan ve hizmetlerden gelen bilgileri görüntüleme şeklini değiştirken, Samsung ise katlanabilir Galaxy Z Fold ve Galaxy Z Flip akıllı telefonlarıyla görüntüde fiziksel değişikliğe gidiyor.

Apple, 16 Eylül’de “Far Out” etkinliğinde tanıtılan iPhone 14 Pro’yu piyasaya sürdü ve göze çarpan yeni özelliklerinden biri de Dynamic Island (Dinamik Ada) olarak adlandırılan yeniden tasarlanmış bir çentik alanı oldu. Ön kamera ile Face ID sensörlerini içeren bu çentik, Apple’ın bildirimleri ve diğer içerikleri göstermek üzere minyatür bir ikincil ekran olarak yeniden tasarlandı.

İlk bakışta, Apple’ın Dinamik Ada’sı ve Samsung’un katlanabilir telefonları arasında çok az ortak nokta var. Ancak her ikisinin de arkasındaki amaç aynı: telefonlarımızın bilgiyi nasıl gösterdiğini geliştirmek ve iyileştirmek.

iPhone 14 Pro’nun Çarpıcı Dinamik Ada Özelliği

Dinamik Ada, esasen Apple’ın iPhone’da daha hızlı çoklu görevlere verdiği yanıt olarak nitelendirilebilir. Samsung gibi Android telefon üreticileri, ekranda aynı anda birden fazla uygulama açma özelliğini desteklerken, Apple bunun yerine bağlamsal bilgileri göstermek için genişletmek ve daraltmak üzere Dinamik Ada’yı kullanmaya başladı. Dinamik Ada; uyarıları gösterecek şekilde genişleyebilir ve uygulamaya bağlı olarak şekil değiştirebilir.

Örneğin Dinamik Ada, ana ekrandayken bile dinlediğiniz şarkıyı gösterebilir. Aynı anda çalışan bir zamanlayıcınız varsa, zamanlayıcıyı ve müzik çalma bilgilerini aynı anda kendi küçük balonuna bölerek görüntüler. Benzer şekilde, bir uygulamadan diğerine atlamanıza gerek kalmadan Dinamik Ada’da adım adım yol tariflerini görebilirsiniz. Aynı şey spor skorları için de geçerli. Dinamik Ada’ya dokunmak sizi doğrudan o uygulamaya götürecek ve iPhone 14 Pro’da çoklu görev yapmayı biraz daha kolaylaştıracaktır.

Apple şirketinin yeni telefonundaki özellik: Dinamik Ada/Dynamic Island.

Apple, Dinamik Ada’sının arkasındaki amacın, içinde bulunduğunuz uygulamadan dikkatinizi dağıtmadan bilgileri net bir şekilde göstermek olduğunu söylüyor. Apple’ın dünyadaki pazarlamadan sorumlu kıdemli başkan yardımcısı Greg Joswiak, “Bu değişiklikle, iPhone’unuzla nasıl etkileşim kurduğunuzu yeniden gözden geçirdik” diyor.

Samsung’un ‘Katlanabiliri’ vs. Apple ‘Dinamik Ada’

Samsung’un katlanabilir telefonları ve iPhone 14 Pro’nun Dinamik Adası doğal olarak birbirinden farklı. Ancak ikisi de telefonlarımızdaki uygulamalarla etkileşim kurma şeklimizi değiştirmeyi amaçlıyor. Samsung, örneğin, yarıya kadar katlandığında uyumlu uygulamaları ekranın üst ve alt bölümleri arasında bölen Z Flip 4’ün Flex Modu’nu tanıttı.

Kamerayı Flex Modu’nda açarken, ekranın üst yarısı kamera vizörü görevi görürken alt yarısı deklanşör gibi kontrolleri görüntüler. Ayrıca Z Flip 4’teki belirli mesajlaşma uygulamalarında, kapak ekranını kullanarak telefonu açmadan fotoğraf çekebiliyor ve hazır yanıtlar gönderebiliyorsunuz.

Samsung’un kitap şeklindeki katlanabilir Galaxy Z Fold 4 modeli, cebinize sığan bir cihazda daha fazla ekran alanı sağlamak için tasarlanmış. Z Fold 4’ün tablet boyutundaki ekranında aynı anda birden fazla uygulamayı da açabiliyorsunuz.

Samsung'un yeni katlanabilir telefon modeli Galaxy Z Fold

iPhone 14 Pro’nun Dinamik Adası ile Galaxy Z Flip ve Galaxy Z Fold arasındaki ortak nokta, hepsinin uygulamaların telefonlarımızın ekranlarında görüntülenme şeklini değiştirmeleri ve nihai hedef uygulamaları daha kullanışlı hale getirmeleridir. Dinamik Ada ve Samsung’un katlanabilir ürünleri, duruma göre telefonlarımızı daha uyumlu hale getirmek için tasarlanmış gibi duruyor.

Apple’ın yeni çentik değiştirme özelliği, belirli uygulamalardan gelen bilgileri ekranınızın üst kısmına sabitler ve bu yaptığınız işe göre değişkenlik göstermekte. Samsung’un katlanabilir ürünleri, telefonunuzun boyutunu ve konumunu – ve üzerinde çalışan uygulamaları – farklı senaryolara uyacak şekilde değiştirmenize olanak tanıyor.

Her iki yaklaşımın da uzun vadede telefonlarımızı kullanma şeklimizi anlamlı bir şekilde etkileyip etkilemeyeceğini bilmek için çok erken. Apple’ın yeni iPhone 14 serisi piyasaya sürüldü ancak Dinamik Ada’nın aylar hatta yıllar boyunca günlük yaşamda ne kadar yararlı olacağı belli değil. Katlanabilir telefonlar ise yaklaşık üç yıldır yaygın olarak kullanımda ancak yine de genel akıllı telefon satışlarının küçük bir bölümünü oluşturuyorlar.

Sonuç olarak Apple ve Samsung’un her gün telefonlarımızdan akan büyük miktarda bilgiyi özümseme ve yönetme şeklimizi geliştirmeye çalıştığı bir gerçek. Artık telefonlar, çoğu güncellemenin artımlı hissettirdiği noktaya kadar olgunlaştığına göre, gerçekten farklı hissettiren değişiklikleri görmek umut veriyor.

Samsung katlanabilir telefon modellerinin fiyatı ne kadar?

Samsung Galaxy Z serisi modellerinin bugün (25.09.2022) itibariyle güncel fiyatı resmi sitesinde yer alan bilgiye göre:

Galaxy Z Fold4 256GB: 39.999 TL.
Galaxy Z Fold3 5G: 33.999 TL.
Galaxy Z Flip4: 25.999 TL.
Galaxy Z Flip4 5G: 20.999 TL.

iPhone 14 Pro modelinin fiyatı ne kadar?

iPhone 14 Pro modelinin bugün (25.09.2022) itibariyle güncel fiyatı resmi sitesinde yer alan bilgiye göre:

128 GB: 39.999 TL.
256 GB: 42.599 TL.
512 GB: 47.899 TL.
1 TB: 53.199 TL.

Epilepsi Hastalarının Yaşam Konforunu Artıran Uygulama: inEpilepsy

0

Yapılan araştırmalara göre, Türkiye’de 950 bin, dünyada ise 65 milyon epilepsi hastası bulunuyor. Yeryüzünde en yaygın ilk 10 hastalık arasında gösterilen rahatsızlığa karşı geliştirilen ‘inEpilepsy’ uygulaması ile nöbet gelmeden 180 saniyeye kadar önce hasta ile yakınlarının görsel ve işitsel olarak uyarılması mümkün.  Akademisyenler ve girişimciler, erken uyarı sistemi sayesinde en sık görülen motor jeneralize tip nöbetlerin yol açtığı travmalara (düşme, çarpma yanma, kaza yapma vb.) karşı nöbetleri bu etkenlerden uzak geçirmelerini sağlamayı hedefliyor. 

Epilepsi hastalığına ilişkin sivil toplum kuruluşlarının verilerine göre; Türkiye’de 950 bin epilepsi hastası var. Dünyada ise bu rakam 65 milyon kişiyi buluyor. Dünya literatüründe bir ilk olan ve Türk bilim insanları tarafından geliştirilen inEpilepsy uygulaması, Nöbet Algılama ve Takip Yazılımı sayesinde epilepsi nöbeti gelmeden 180 saniyeye kadar kullanıcılarını ve yakınlarını uyarıyor. 

Türk Bilim İnsanları ve Türk Akademisyenler Dünyada Bir İlke İmza Attı

Türk akademisyenler ve Türk bilim insanlarının iş birliği neticesinde üç yıllık bir Ar-Ge çalışması sonucu ortaya çıkan uygulama ile hasta yakınları da nöbet izleme süreçlerine dahil olabiliyor. Nöbet Algılama ve Takip Yazılımına sahip dünyadaki ilk epilepsi uygulaması inEpilepsy, nöbet esnasında bulunduğunuz yeri görsel harita ile yakınlarınıza anında mesaj olarak iletiyor. Uygulama epilepsi hastalarının yaşam konforunu olumsuz etkileyen nöbetleri en az riskle atlatmalarına katkıda bulunuyor.

Uygulama ile detayları aktaran Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı üyesi Prof. Dr. Eşref Akıl; “Dünyada en fazla mağduriyet oluşturan hastalıklardan birisi olan epilepsi, doğuştan ölüme kadar her dönemde yaşanabiliyor. Tamamen Türk yazılımı ile geliştirilen uygulamadaki veriler yapay zeka ile işlenerek, epilepsi hastalarının geçirdikleri nöbetler ayrıştırılıyor ve kriz gelmeden 180 saniye öncesine kadar erken uyarı alarmı oluşturuluyor. Bu sayede hastanın bulunduğu yerde kendini güvenli bir pozisyona alması sağlanıyor ve nöbetlerini güvenli alanlarda geçirmelerine destek oluyor” dedi.

inEpilepsy uygulaması ile istenildiği takdirde uzman görüşü ve uzman takibi özelliği ile veriler hastaların kendi doktorları ile anlık paylaşılıyor. Bu sayede doktorlar süreç hakkında daha fazla bilgiye sahip olduğu için hastalarını daha yakından tanıma imkanına sahip oluyor. Dünya literatüründe bir ilk olan Türk bilim insanları ve Türk akademisyenlerin desteği ile tasarlanan inEpilepsy, ilaçların kullanım saati ve dozları kayıt altına alarak hatırlatma da yapıyor. Bu sayede epilepsi hastaları tedavilerini aksatmadan sürdürebiliyor.

inEpilepsy 180 Saniye ile Sizlere Daha Konforlu Bir Yaşam Vaat Ediyor

Uygulamayı hayata geçiren Insense Yazılım’dan Assoc. Prof. Dr. Ömer Faruk ERTUĞRUL şunları söyledi; “Epilepsi hastası olan ayda birden fazla nöbet geçiren, nöbetlerini şiddetli olarak nitelendiren, dünya çapında 65 milyon kişi bu uygulamadan yararlanabilecek. Epilepsi krizleri için geçen her bir saniye çok önemli. Bizler de bu bilinçle hareket ettik. Epilepsi nöbeti gelmeden 180 saniye önce kullanıcıları uyaran uygulamamız ile hastalar erken uyarı sayesinde nöbetlerini güvenli bir şekilde atlatabilecek. Uygulamamız üzerindeki geliştirmelerimizi düzenli olarak yapıyoruz. Önümüzdeki dönemde alacağımız yeni yatırımlarımız ile uygulamayı geliştirmeye ve epilepsi hastalarının hayat konforlarını iyileştirmeye devam edeceğiz” dedi.

⚡ OKUMAYI SÜRDÜRÜN


Neden Çok Düşünmek İnsanı Yorar?

Fiziksel emek insanların tarih boyunca meşgul olduğu ve hatta şikayet ettiği bir alan olmuştur. Bugüne ulaşmış mimari yapıların arka planında binlerce insanın aynı anda gösterdiği emek ve bunun sonucunda ortaya çıkan fiziksel yorgunluk yer almıştır. Bunların yanı sıra düşünen ve toplumsal hayatı inşa eden insanlar vardır: filozoflar, idareciler, hocalar… Bu zamana kadar bu kişilerin yapmış oldukları zihinsel faaliyetler hiçbir zaman fiziksel faaliyetler kadar ön plana çıkmamıştır. Başka bir deyişle zihinsel faaliyetlerin yorgunluğa sebep olacağı göz önüne getirilmemiştir.

Son 15-20 yılda yapılan çalışmalar, özellikle çok düşünmenin de yorgunluk yarattığını ve zihinsel faaliyetlerin ortaya çıkardığı yorgunlukların da insan sağlığına çeşitli zararlar verdiğini ortaya koymaktadır. Bunun nedeni nedir? Çok düşünmek insanı neden yorar ve insan bünyesine ne gibi zararlar verir?

Current Biology’de bildirilen çalışmalara göre yoğun bilişsel çalışma birkaç saat uzatıldığında, beynin prefrontal korteks olarak bilinen kısmında potansiyel olarak toksik yan ürünlerin birikiyor ve bunlar yorgunluk hissine neden oluyor. – Prefrontal korteks veya daha genel olarak “ön beyin”, insanı diğer canlılardan ayıran işlevlerin kontrol edildiği en önemli beyin alanıdır.-Araştırmacılar, bunun da insanların kararlar üzerindeki kontrolünü değiştirdiğini ve böylece bilişsel yorgunluk başlarken hiçbir çaba veya bekleme gerektirmeyen düşük maliyetli eylemlere yönelttiğini anlatıyor. Yani beyin bütünsel işlevini verimli bir şekilde devam ettirebilmek adına toksik yan ürünler birikmeye çalıştığı anda yorgunluk hissettiriyor ve insana çalışmayı bırakması gerektiği uyarısını veriyor.

Makineler hiç yorulmadan aralıksız hesap yapabilirken beyin yapamaz. Araştırmanın yazarları zihinsel yorgunluğun gerçekte ne olduğunu ve nedenini öğrenmek istediler. Sebebin, sinirsel aktiviteden kaynaklanan potansiyel olarak toksik maddeleri geri dönüştürme ihtiyacı ile ilgili olduğundan şüphelendiler.

Yapılan araştırma sonucunda zihinsel olarak zorlu bir iş gününden sonra bilişsel kontrolün sağlanmasının çok daha zor olduğu ortaya çıkmıştır. Özellikle zihinsel yorgunluk yaşayan kimselerin seçimlerini kısa sürede yaptıkları, seçimlerinde de olabildiğince en kolaya ve en az çaba ile ortaya çıkana yöneldikleri görülmektedir.

Beynin Sınırını Aşmak Mümkün Müdür?

Çalışmayı seven ve çok çalışan insanlar özellikle tarihte yaşamış büyük insanların saatler boyunca çalıştığı ve büyük işler ortaya koydukları hikayesine fazlaca ilgi gösterirler fakat bu herkes için geçerli değildir. İnsanlar elbette kendilerini zihinsel faaliyette disipline ederek geliştirebilir ancak yine de araştırmacılar verimli ve sürdürülebilir bir bilişsel faaliyetin en önemli tarafının dinlenmek ve uyumak gibi antik çözümler olduğunu belirtiyor. Çünkü zihinsel yorgunluk sürecinde biriken ve bilişsel yorgunluğa neden olan potansiyel toksik ürünlerin uyku sırasında atıldığına dair kuvvetli kanıtlar bulunmaktadır.

Araştırmacılar başka bir çözüm olarak ise beyin tarafından üretilen bu “yorgunluk” ürünlerinin izlenmesinin ciddi zihinsel yorgunluğu tespit etmeye yardımcı olabileceğini söylüyor. Böyle bir makine üretilmesi ya da yetenek geliştirilmesi, özellikle yoğun iş hayatında tükenmişliği önlemek için yardımcı olabilir. Araştırmacılar ayrıca insanlara yorgun olduklarında önemli kararlar vermekten kaçınmalarını tavsiye ediyor.

Bundan sonraki çalışmalarda beynin neden yorgunluk habercisi “glutamat birikimi” ürettiğini ve yorgunluğa bu denli duyarlı olduğunu araştırmayı hedefliyor. Ek olarak bu belirtilerin depresyon, kaygı bozukluğu ve kanser gibi nörolojik ve fizyolojik rahatsızlıklara sebep olup olmadığı da araştırılmak isteniyor.

Kaynakça

Cell Press. (2022, August 11). Why thinking hard makes you tired. ScienceDaily. Retrieved September 19, 2022 from www.sciencedaily.com/releases/2022/08/220811135344.htm

https://neuroscientificallychallenged.com/posts/know-your-brain-prefrontal-cortex

İlginizi çekebilir:

https://www.dijitalx.com/2020/12/22/depolayabilecegimiz-bilgi-miktarinin-bir-siniri-var-mi/